Geçtiğimiz ayın en önemli politik olayı, seçim kampanyaları, kullanılan argümanlar ve sandık sonuçlarıyla 30 Mart Yerel Yönetim Seçimleri oldu. Kapitalist bir toplumda sermaye sınıfının ekonomik ve politik egemenliği koşullarında asla “eşit koşullarda, adil ve demokratik” bir seçim olamayacağı gerçeğini hiç aklımızdan çıkarmaksızın, ama yine de “verili koşullar altında” toplumsal güçlerin eğilimlerini gösterdiğini dikkate alarak seçim sonuçlarını değerlendirmek, sınıf mücadelesinde önümüzü görmekte yarar sağlar.
AKP başarılı mı?
Seçim sonrasının medyada cevabı en çok aranan ve çok farklı cevaplar verilen sorusu bu. Önceki yerel seçimlerle değil de, seçim propagandası döneminde kullanılan motiflere ve AKP’nin “referandum” tanımlamasına uygun olarak önceki genel seçimlerle karşılaştırıldığında, AKP’nin oyları yüzde 49,9’dan (2011) yüzde 43,3’e, aldığı oy sayısı 21,5 milyondan 19,4 milyona düşmüştür (Belediye meclisleri ve il genel meclisleri oylarıyla). Düşüşün oranı yüzde 6,5; azalan oy sayısı 2 milyondur; iki seçimdeki oy sayılarının birbirine oranı bakımından ise yüzde 12,7 azalış söz konusudur. (Bkz. Sayfa 7’deki tablo.) Ayrıca ilk kez oy kullanan genç nüfus içinde de AKP’ye oy verenlerin oranı diğer partilere göre oldukça düşüktür.
Oylarındaki bu sayısal ve oransal net düşüşe karşın, AKP ve lideri Tayyip Erdoğan politik psikoloji bakımından başarılı görünüyor. AKP tabanı da bu zafer duygusunu taşıyor. Peki neden?
Başta Erdoğan olmak üzere AKP yönetimi son yıllarda kendisini “iç ve dış düşmanların ortak saldırısı” altında hissediyordu. Bu, bir yanıyla gerçektir. AKP, yerel (TÜSİAD’çı) ve küresel sermayenin onayı ve arkasındaki Anadolu sermayesi ve halkın desteğiyle adım adım eski statükoyu/Kemalist rejimi tasfiye ettikten sonra; içeride, yönetim tekeli kurmaya yönelmesi, daha önce “terk ettik” dediği Milli Görüşçü muhafazakarlığa dönüş emareleri göstermesi ve dışarıda (bölgede) “kontrol dışı” hareketlere girişmesiyle birlikte, aynı büyük sermaye çevreleri tarafından kaygıyla izlenmeye başlamıştı. AKP, sermayenin rasyonellerini zorluyordu. Sermayenin yeni rejimini kurmakta olan AKP’nin bu rejim içinde kendi iktidarını da uzun süre güvenceye alacak hamlelerinin görülmesi, finans-kapitalin güvenini kaybetmesinde pay sahibidir.
İşte tam bu dönemde, “Pensilvanya’da oturan vaiz” Fethullah Gülen’in Cemaati ile AKP arasındaki ipler gerilmeye başladı. Önce Mavi Marmara çatlağı, ardından 9 Şubat Hakan Fidan olayı, derken Gezi İsyanına Cemaat’in hayırhah baktığı söylentisi eski müttefikleri çatışmaya sürükledi. Cemaat, AKP hükümetinin dershaneleri kapatmaya hazırlanmasını açık bir saldırı olarak gördü ve 17 Aralık’ta kapsamlı bir karşı saldırı başlattı. Erdoğan’ın ailesini ve bakanlarını hedef alan Yargı-Emniyet operasyonları, paralel olarak ardı ardına servis edilen yolsuzluk tapeleri… İpler tamamen koptu ve ölümüne bir savaş başladı iki güç arasında. Kapitalist dünyanın merkezlerinden gelen ve giderek şiddetlenen AKP’ye yönelik eleştirel makaleler, raporlar, resmi uyarılar buna eşlik edince, CHP ve (kısmen) MHP aynı çizgi üzerinden muhalefeti yükseltince Erdoğan, çevresi ve AKP tabanı kendilerini dört bir taraftan kuşatılmış hissetti.
Tayyip Erdoğan, özellikle Gezi İsyanı’ndan bu yana ortamı gerip kamplaşma yaratarak kendi tabanını etrafında toplama politikası yürütüyordu. Bu politikayı 17 Aralık sonrasında iyice uçlara götürdü. İşte 30 Mart seçimlerinde AKP’nin aldığı yüzde 43’lük oy, bu politikanın tuttuğunu gösteriyor. Daha önce AKP’ye oy vermiş ama “organik” bir ilişki kurmamış, kader birliği yapmamış kesim, yolsuzluk suçlamalarından etkilenerek oy vermekten vaz geçmiş görünüyor. Gülen Cemaati’nin kitle tabanının abartılacak boyutta olmadığı açığa çıksa da, bu oy düşüşünde birkaç puanlık paylarının olduğu varsayılmalıdır.
Neden AKP’ye oy verdiler?
12 yıldır yaklaşık 20 milyon insanın (unutmayalım, bu kitlenin çoğunluğunu yoksullar ve emekçiler oluşturuyor), istikrarlı biçimde AKP’ye oy vermesini basitçe “halkın aptallığı ve cehaleti” ile açıklayan elitist, “halk düşmanı” kesimleri onulmaz ön yargılarıyla bir yana bırakıp, “Gerçekte neden oy verdiler?” sorusuna cevap aranmalıdır. Hiç aklımızdan çıkartmamalıyız: Bugün AKP’ye oy veren dini duyguları güçlü emekçi ve yoksul kitlelerin en azından çoğunluğunu kazanmaksızın ne devrim, ne sosyalizm gerçekleşebilir. “Halk aptaldır” demek, “devrim ve sosyalizm imkansızdır” demekle özdeştir.
Bu belirleme, emekçi ve ezilen kitleler arasında gerici (siyasal anlamda), milliyetçi, ırkçı ve cinsiyetçi eğilimler olmadığı anlamına gelmez. Ama tam da bu eğilimlerle savaşmanın zorunlu olduğu, bu eğilimleri kırmayı becermeden insanları özgürlükçü düşüncelere kazanmanın mümkün olmadığı anlamını ima eder. Şimdi yaygın olarak cevabı aranan soruyu soralım:
AKP kitlesi, AKP yöneticilerinin yolsuzlukları apaçık ortaya çıktığı halde neden oy verdi?
Önce bu sorudaki yanlışı düzeltmekle başlayalım. AKP yöneticilerinin yolsuzluklarının “apaçık ortaya çıktığı” ve AKP tabanının bunu “apaçık” bildiği savı yanlıştır. Bu “inanç”, “okumuş”, beyaz yakalı emekçi veya küçük burjuva kesimler arasında yaygındır ve bu kesim insanlarının, herkesin kendileriyle aynı koşullarda yaşadığı, kendileri gibi düşündüğü yanılsamasına ve halktan kopukluk gerçeğine dayanır. Bu “orta sınıf” herkesin kendileri gibi günün 24 saati “online” kaldığını, herkesin Youtube ve Twitter kullanıcısı olduğunu sanır. Oysa bu ülkenin emekçilerinin ve yoksullarının çok büyük bir kısmının internetle bir ilişkisi yoktur ve internet kullanan azınlığın da küçük bir kısmı yolsuzluk ses kayıtlarını izlemiştir. Ve izleyenlerin ancak bir bölümü bu kayıtların gerçek olduğuna inanmıştır.
Gerçi yolsuzluk tapeleri muhtemelen söylenti halinde dalga dalga, kulaktan kulağa herkese ulaşmıştır. Ancak o noktada başka etkenler insanların buna inanmasını engellemiştir. Ayrıca bazen gördüğüne, duyduğuna inanmamak bir psikolojik savunma mekanizması olarak ortaya çıkar.
AKP tabanının bu partiye ve liderine güvenmeye devam etmesi için kimi somut nedenler var.
AKP’li seçmen “dört bir yandan saldırıya uğrayan, ihanetle karşılaşan, ‘faiz lobisi ve İsrail’ tarafından devrilmeye çalışılan” liderine ve partisine “bu zor günde” sahip çıkmayı haysiyet sorunu olarak görmektedir. Erdoğan da bütün konuşmalarında bu temayı kullanarak seçmeninin duygularına hitap etti.
Sünni-Müslüman kitle, her ne kadar bu ülkede çoğunluğu oluştursa da, eski statüko tarafından büyük ölçüde “sistem dışında” tutulmuş, horlanmış, gericiliğin kaynağı, aydınlığın düşmanı olarak görülmüştür. Bu kitle AKP’yle birlikte kendisini iktidarda hissediyor. Gönül bağı içinde olduğu partiden kolay kolay vaz geçemez.
En önemlisi ise, özellikle AKP örgütü ile şu veya bu ölçüde ilişkide olan yoksul ve emekçi kitlelerin bir şekilde, sadaka/hamiyet yoluyla da olsa belirli bir geçim düzeyini korumasıdır. AKP, bir yandan en vahşi neo-liberal politikaları uygularken, diğer yandan dinsel/geleneksel dayanışma ve sosyal yardım ağlarıyla toplumun en alttakilerinin açlıktan ölme seviyesine düşmesini önledi. Ayrıca hala devam eden görece ekonomik büyüme, yoksullaşmanın kontrol edilemez hale gelmesini engelledi. Dünya ekonomik krizinin “şimdilik” yıkıcı dalgalarının Türkiye’ye ulaşmamış olması da önemli bir etken.
Başka nedenler de sayılabilir ama son ve önemli bir unsur üzerinde duralım: AKP, Sünni-Müslüman kitlelerin ruhuna seslenen mesajlarıyla, geniş bir yelpazeye hitap edebilen İslamcı-Türkçü ideolojisiyle, “dik duran”, “sağlam iradeli” karizmatik lideriyle bir asabiyet yarattı. Bu asabiyetle toplum içinde, özellikle yoksul kitleler içinde kök salıyor. Popülist, yer yer İsrail ve (Pensilvanya dolayımıyla, ima yoluyla) ABD karşıtı, “faiz lobisi” koduyla TÜSİAD (Cumhuriyet) sermayesini düşmanlaştırıcı söylemleriyle Peronizmi andıran bir çizgi izliyor. Belki de en tehlikelisi şu ki, sözkonusu asabiyet ve söylemler, paramiliter bir yapılanmanın bitek zeminini oluşturuyor. Lider Erdoğan da “Tayyip’in Askerleri”nin sırtını sıvazlayan bir dil tutturuyor. Bu çeteler ilk kez Gezi İsyanı sırasında çeşitli illerde polisin desteğiyle direnişçilere saldırmıştı. İkinci ortaya çıkışları, Berkin Elvan’ın cenazesinin kaldırıldığı gün oldu. Erdoğan, elindeki devletin devasa kolluk güçleriyle yetinmeyip böylesi bir yedek militer gücü elinde tutmak istiyor. Sözünü ettiğimiz asabiyet ve mobilize gençlik gücü “lidere” ve AKP’ye “ölümüne” bağlılık gösteriyor. Bu, klasik merkez sağ partilerinde görülmeyen bir özelliktir.
Rejim krizi ve Erdoğan ile AKP’nin geleceği
Bundan daha iki yıl önce AKP için her şey güllük gülistanlık gibi görünüyordu: Dünyadaki krize rağmen (krizin sağladığı olanaklarla) ekonomik büyüme sürüyor; AKP eski rejimin temel direği Ordu’yu iyice geriletmiş; tüm temel devlet kurumları Parti çizgisine çekilmiş; Anayasa referandumunda yüzde 60’a yakın oyla istenen değişiklikler yapılmış; “komşularla sıfır sorun” politikası işler görünüyor; Balkanlar ve Ortadoğu’da neo-Osmanlıcı hamleler sürüyor; Arap aleminde başlayan isyanlar, “kardeş parti”leri iktidara taşıyor; AKP yönetimindeki Türkiye tüm bölgenin lideriymiş görüntüsü veriyor; ABD’nin politik desteği devam ediyor… (Burada, AKP’ye rüyada olmadığını hatırlatan tek unsur, Kürt halk hareketinin savaş ve barış hamleleri karşısında üst üste alınan yenilgiler ve emekçiler, kadınlar, gençler, Alevilerden yükselen tepkilerdi.)
AKP, işte bu “rüya”ya kapılıp gücünü abartarak, altından kalkamayacağı politikalar yürütmeye girişti; hem içte, hem bölgede. Finans kapitalin yeni rejimi kurmak için tanıdığı krediyi, “tek parti” hatta “tek adam” rejimi kurmaya yönelerek çar çur etti. (Sermaye, faşizmi gerektiren özel koşullar dışında, yedekli çalışmayı tercih eder; gerektiğinde kullanılacak siyasi alternatifleri olmalıdır iktidarın!) Eski statükoyu tasfiye ederken liberalleri kandırmak için kullandığı “özgürlükleri genişleten, demokrasiyi ilerleten Parti” söylemini terk etti ve “çıkarttık” dediği Milli Görüşçü gömleğini yeniden elbise dolabından çıkarttı; yeni rejimi kurarken İslamiyet’i de meşruiyet kaynağı olarak kullanacağının işaretlerini verdi. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere toplumun büyük bir bölümünün hayat tarzını tehdit etti. Neo-liberal politikaları ve emek düşmanlığını zaten hiç hız kesmeden sürdürmekteydi. Bütün bunlar, toplumun kendi sadık tabanı dışındaki her kesiminden tepkilerin şiddetlenerek yükselmesine neden oldu.
İşte Gezi İsyanını Erdoğan ve AKP’nin giderek daha otoriterleşen, tek parti ve tek adam diktatörlüğüne yönelen bu uygulamaları yarattı. AKP, Gezi’den yükselen özgürlük, adalet, demokrasi çığlığını, nicedir kabusunu görmekte olduğu “uluslararası komplo-faiz lobisinin saldırısı-ihanet” tablosuna yerleştirerek hata üstüne hata yaptı.
Evet, Cemaat’le sürtüşmeler başlamıştı; evet, dışarıdan “ihtarlar” gelmeye başlamıştı; evet, içeride liberallerle ayrışma olmuştu; ama AKP’nin ideolojik/politik hegemonyasının kırılma noktası, Gezi İsyanıydı; bir anda bütün birikmiş öfkesiyle sokaklara çıkan, alanları zapteden ve AKP’yi çaresiz bırakan emekçi ve ezilenlerden oluşan milyonlardı. (Bu hegemonya kırılışının zeminini hazırlayan Kürt Halk Hareketinin muazzam başarılarının ve Ortadoğu’da “ılımlı İslam”ın inişe geçmesiyle Irak, ama özellikle Suriye politikasındaki çakılmanın payını göz ardı edemeyiz.)
AKP’nin hegemonyası (sadece kendi yandaşlarına değil, muhaliflerine de kabul ettirdiği üstünlüğü) Haziran Günlerinden bu yana düşüştedir. Nitekim Cemaat’e AKP’ye karşı açık saldırıya geçme cesaretini veren de, ABD’de kulaklarına fısıldananların yanı sıra, bu düşüş iklimidir.
AKP hala rejim kurucusu mu?
AKP ve Tayyip Erdoğan, iktidar sarhoşluğuna kapılıp iplerin kimin elinde olduğunu unutarak, kendisine olmayan güçleri atfederek, kapitalist sistemin kırmızı çizgilerini ihlal etti. Finans-oligarşi ona tanıdığı krediyi geri çekti. Sınıfının çıkarlarının bilincindeki emekçiler, bilinçli ve örgütlü kadınlar, gençler, Kürtler, Aleviler ve ezilen kesimlerin ise AKP’nin/Erdoğan’ın mevcut durumdan daha demokratik, daha özgürlükçü bir ortam yaratmak bir yana, tam tersi yönde gittiğinden şüphesi yok. Böyle bir durumda Erdoğan/AKP merkezli bir yeni rejimin kurulma, meşruiyetini sağlama olasılığı yoktur.
Peki, buna rağmen Erdoğan’ın mutlak liderliği altındaki AKP, Erdoğan’ın “tek adam”lığını esas alan bir rejim kurmayı zorlayabilir mi? İktidar zehirlenmesine uğrayarak giderek gerçeklikten kopma, kendi Partisinin kadrolarına bile güvenini yitirme, kendisini ve ailesini öne çıkarma (bkz. seçim sonrası balkon konuşması sahnesi) eğilimi belirginleşen bir Erdoğan’ın bunu denemesi olasıdır. Bu ise, politik ortamın daha da gerilmesi, iktidarın emekçilere ve ezilenlere yönelik saldırılarının artması anlamına gelir.
Her şeye rağmen Erdoğan liderliğindeki AKP “dört bir yandan gelen saldırılar altında” kitlesinin çok büyük bölümünü toparlayıp konsolide edebilmiştir. Erdoğan’ın kişisel özellikleri ve psikolojik eğilimleri, onunla kader birliği etmiş Parti kadroları ve entelektüel tabaka, çekirdek kitlesi ve karizmasının etkisi altındaki gençliğin talepleri, Erdoğan’ı “tek adam” rejimi hayalleriyle boğulacağı bir bataklığa doğru sürüklüyor.
Tayyip Erdoğan, “en iyi savunma saldırıdır” anlayışına uygun olarak hep daha fazla iktidar elde etmeye çalışıyor. Ama bunu yaparken, belirli bir kitle desteği dışında, altındaki toprağın kaydığını fark etmiyor; belki de daha doğrusu, bunun farkında lakin ayakta kalabilmek için tek çaresinin bu olduğunu hissediyor. Sonunun uluslararası mahkemelerde veya “Yüce Divan”da bitmesini önlemeye çalışıyor.
Tayyip Erdoğan, yerel yönetim seçimleri olmasına rağmen tüm stratejisini kendisini merkeze alarak kurdu. Bu seçimlerin kendisi ve Partisi için bir referandum anlamını taşıdığını vurguladı. Bu arada seçim döneminde yaptığı televizyon konuşmalarında, kendisine ve ailesine yönelik Cemaat’in saldırıları karşısında Parti kadrolarının/hükümet üyelerinin yeterince enerjik biçimde tutum göstermediği, kendisini desteklemediği imalarında bulundu.
Şİmdi Erdoğan “halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı” olmayı, ardından oradan aldığı güçle bir tür başkanlık sistemini kurmayı ve elbette o koltuğa oturmayı hedefliyor. Böylece ulaşabileceği en üst makama -“sultan” olamasa bile- ulaşmış, ayrıca dokunulmazlık kazanmış olacak. Erdoğan aynı zamanda -elbette!- Parti’nin iplerini de elinde tutmak istiyor.
Mevcut Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise, AKP içindeki “rasyoneller”i, Erdoğan’ın peşinden dolu dizgin uçuruma koşuşu engelleme umudu taşıyanları temsil ediyor. Bu yazının yazıldığı günlerde taraflar pazarlıklarını ve karşılıklı hamlelerini sürdürmekteydi…
Emekçiler ve ezilenlerin cephesinden seçim sonuçları ve sonrası
30 Mart seçimlerinde başta Kürt halkı olmak üzere emekçi ve ezilen kitleleri Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) temsil etti. HDP/BDP dışındaki sosyalistleri ve Gezi kitlesini kapsayacak bir ortaklık yaratma doğrultusunda bizim cenahtan yeterli ve kararlı çabanın gösterildiği söylenemezse de, diğer kesimin en iri örgütlerinin (ÖDP, Halkevleri, TKP) başından itibaren zaten CHP’nin peşine takılmaya teşne oldukları da bir gerçektir.
AKP’nin yarattığı kamplaşma/kutuplaşma siyasetini kendisi için de yararlı gören CHP bir yandan Cemaat ve MHP ile örtülü bir ittifak kurar, merkez sağa yönelirken, diğer yandan, ittifak önerisini reddettiği HDP’ye “oyları bölüyorsunuz, AKP’ye hizmet ediyorsunuz” suçlamasında bulunmaktan geri durmadı. “AKP’yi devirmek temel görev; bunun için her yol mübah” pragmatizmine kapılmaya meyyal söz konusu örgütler de bu koroya katılmakta sakınca görmedi.
Bu noktada HDP/BDP’nin egemenlerin kliklerinden bağımsız duruşu, son derece değerlidir; demokratikleşme ve özgürleşme hareketinin sancağını bu siyasal odak taşımaktadır.
Seçimlerde, Kürdistan’da BDP oylarını korurken, iyi bir seçim çalışması, doğru adaylar, iyi bir örgütlülük ile yeni belediyeler kazandı ve AKP’yi bir kez daha yenilgiye uğrattı.
HDP ise kuruluşundan kısa bir süre sonra seçime girdiği halde, ciddi boyutta ve yaygın saldırılara uğramasına karşın, 1980 sonrasında en çok yolsuzluk, usulsüzlük ve hileye tanık olunan yerel seçimlerde, önemli miktarda oy ve yüzde 2 oy oranı elde etti. HDP, ilk defa seçime girilen (başta Karadeniz hattı olmak üzere) yerlerden 140 bin, toplamda 658 bin yeni oy aldı ve Kürt oylarının üstüne oy ekledi.
2014 yerel seçimlerinde BDP ve HDP toplam 2 milyon 947 bin oyla seçmenlerin yüzde 6,57’sinin desteğini kazandı. Böylece, 2011 genel seçimlerine göre oylar (toplam) yüzde 1,5 oranında arttırılmış oldu.
BDP’nin Kürdistan’ın birinci partisi olmasının ötesinde, BDP/HDP Türkiye çapında 4. Parti olarak ortaya çıktı ve kendisini kamuoyunda görünürlüğü olan bir parti olarak gösterdi. HDP ve BDP, eşbaşkanlık sistemi ve meclis listelerindeki fermuar yöntemiyle kadınların özgürleşmesi ve politikaya fiilen, aktif biçimde katılması konusunda devrimci bir adım atarak, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde öncü bir misyonu üstlendi.
HDK/HDP’nin yeniden kuruluşu
Daha seçimler gelmeden önce HDK ve HDP’nin yeniden kuruluşu, bu iki örgüt formunun birbiriyle ilişkilerinin yeniden tanımlanması, BDP ile HDK/HDP’nin ilişkilerinin niteliği ve biçimi vb konular tartışılmaya başlanmış, ama tartışma seçim sonrasına bırakılmıştı.
BDP’nin kendisini feshedip HDP’ye katılmasından, HDP’nin seksiyonu olarak varlığını sürdürmesine, organik partiden, çatı partisi olarak devama kadar çeşitli öneriler ve teklifler bulunuyor. Şimdi bunları tartışacağız.
Ancak bugünden söylenecek sözler var: BDP’nin, ister kendisini feshederek, ister varlığını “ideolojik parti” biçimde koruyarak, ama bütün kitlesiyle HDP’ye katılması, bu olasılığın hayata geçirilmek istenmesi, niyetten bağımsız olarak HDP’yi BDP’ye çevirmek, HDK/HDP fikriyatına son vermek anlamına gelir. HDK/HDP’yi bugüne kadar çatlama/yarılma olmadan getiren, biraz da onu oluşturan bileşenlerin kendi bağımsız politika yapma, örgütlenme serbestliğini korumuş olmalarıdır.
HDK/HDP, çok farklı ideolojik/politik çizgilere sahip sosyalist ve demokratik güçlerin ortak demokrasi mücadelesi verme zeminidir. Kaldı ki, demokrasi mücadelesinin içeriği dahi, devrimci demokrasiden radikal demokrasiye, hatta kimi uç örneklerde liberal demokrasiye kadar geniş ve muğlak bir yelpazeye yayılırken, komünist güçlerin tüm politika ve örgütlenme faaliyetinin bu alana sıkıştırılması kabul edilemez.
Öte yandan, HDK/HDP’yi niyet, umut ve öngörünün ötesinde somut olarak 3. Cephenin kendisi, hiç olmazsa öncü gücü haline getireceksek, kendi dışımızdaki sosyalist solu, demokratik güçleri ve toplumsal dinamikleri de (ısrarla ve yaratıcı, esnek bir kararlılıkla) 3. Cepheye çekmeyi hedefliyorsak, kendimizi (HDK/HDP) buna uygun biçimde yeniden kurmalıyız.
***Bu yazı, Siyaset’in 13. sayısında kısaltılarak yayımlanan yazının geniş halidir.