Almanya Anayasa Mahkemesi’ne göre, “henüz gerçek anlamda bir parlamento değil” ama Der Spiegel, “AB için yapılan planların, önerilerin yüzde 90’ının Avrupa Parlamento’sunun onayını gerektirdiğini”, kararları etkilemek için çalışan 20 bin lobiciyi anımsatarak “sandığınızdan daha da önemlidir” diyor. 1992 Maastricht Anlaşması’ndan bu yana, Amsterdam, Nice, Lizbon anlaşmaları Avrupa Parlamentosu’nun yetkisini neredeyse tüm politika alanlarını kapsayacak biçimde artırdı. Dışişleri Komisyonu Başkanı Elmar Brok, “Avrupa’da artık biz olmadan hiçbir karar alınamaz” diyor (Spiegel, 08/05/2014).
Öyleyse “AB’nin geleceği en azından yönetişim açısından istikrara kavuşmayabaşlamış” diye düşünmek olanaklı. Ancak 22-25 Mayıs arası yapılacak seçimlerde ortaya çıkması beklenen sonuçlar bu iyimserliği zorlayacak gibi görünüyor.
Ekonomik kriz ve Avrupa’nın karanlık yüzü
AB projesini yöneten ve destekleyenlerin, AB’nin geleceğine ilişkin kaygılarını iki başlık altında toplayabiliriz. Bunlardan biri ekonomik: “Borç, deflasyon felaket” senaryoları (M. Ezrati, The National Interest, 09/05) bir yanda, daha önce aktardığım bir araştırmaya (O’Nneil & Terzi, Changing trade patterns, unchanging Europeanand global governance, Bruegel Enstitüsü) göre, AB üyesi ülkelerin dış dünyayla yaptıkları ticaret, kendi aralarında yaptıkları ticarete kıyasla daha hızlı artarak, Birliğin varlığının ekonomik gerekçesini tehdit ediyor olması öbür yanda.
Birinci senaryoda deflasyon düzeyindeki fiyat hareketleri, borç yükünü, dolayısıyla yeni bir mali sarsıntı riskini artırıyor. Ekonomik durgunluk yüksek işsizlik oranlarıyla birleşirken zorla dayatılan neo-liberal politikalar kıt kaynaklar üzerinde rekabeti hızlandırıyor, yoksulluğu, geleceğe ilişkin belirsizlikleri artırıyor.
Neo-liberalizm, çözümü bireyin sorumluluğuna bırakıyor. Ancak vatandaşlar bireyler olarak çözüm üretemiyor; çaresizlik yönetici sınıflara olan güveni aşındırıyor. Böylece egemen sınıfların, kapitalizmin geleceği üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlıyor. Bu bulutlara ilk kez dikkati Soros, mali krizden çok önce (“The Capitalist Threat”, The Atlantic Monthly, Februay 1997) “demokrasiye” yönelik tehditlerin altını çizerek çekmişti, son aylarda yaygın ilgi odağı olan Piketty’nin çalışması da benzer bir kaygının ürünü.
İkincisi, vatandaşlar, kendi iradeleri dışında içine “atıldıkları” durumun sorumlularını aramaya başlıyorlar. O zaman da Avrupa kültürünün “karanlık yüzü” yeniden, yabancı düşmanlığı, Yahudi, Müslüman nefreti olarak ortaya çıkmaya başlıyor.
EUROPP (European Policy and Practice) editörü Stuart Brown ile ResPublica’nın direktörü Philip Blond, London School of Economics sitesindeki söyleşilerinde Avrupa’da “sağ ve sol akımların çöküşüne tanıklık ettiğimizi” düşünüyorlar. Sağ ve sol (sosyal demokrasi) akımların liderleri “ne mali krizin gelmekte olduğunu görebilmişler ne krizden sonra bir çare üretebilmişler ne de refah ortamını gerigetirebilmişler” (http://bit.ly/1lvJ3IR). Merkez çökmeye başlayınca da bir taraftan vatandaşlar, özellikle gençler kendiliğinden protesto, işgal eylemleri, gösteri yürüyüşleri düzenleyerek toplumu sarsarken diğer taraftan vatandaşların arayışlarınasağ popülist akımlar en temel içgüdüler (dayanışma, güven arayışı), önyargılar (ırkçılık, yabancı düşmanlığı), kestirme açıklamalar (AB seçkinleri ucuz işçi istedikleri için yabancıları getiriyor; krizi yaratan Yahudi finansçılar) üzerinden cevap üretmeye başladılar.
Bu tür partilerin güçlenmeye başlaması Avrupa Parlamentosu’nda AB karşıtı, süreci sabote etmeye kararlı güçlü bir etnik milliyetçi blok oluşması riskini getiriyor. Bu bloku oluşturacak partilerin, AB’nin şu andaki en önemli projesi olan Ukrayna’da Rusya’yı destekliyor olmaları gelişmelere jeopolitik bir boyut ekliyor.
‘Faşist enternasyonal’
“Faşist enternasyonal”, kendi içinde çelişkili bir kavram, ama Avrupa’da gelişmekte olan durumu bence iyi tanımlıyor.
Avrupa Birliği’nin merkez ülkelerinden Fransa, Hollanda, Avusturya veİngiltere’de, sağ popülizmden öte faşist özellikler sergileyen partiler güçleniyor, düzenin tüm diğer partileri üzerinde, yabancılar, göçmenler gibi sorunlar bağlamında sağa çekici bir etki yapıyor. Birliğin diğer ülkelerinde Macaristan’da Jobbik,Avusturya’da Avusturya Özgürlük Partisi, İtalya’da Kuzey Ligası, Yunanistan’daAltın Şafak, Bulgaristan’da Ataka, Polonya’da Falanga, Slovakya’da Slovak Kardeşliği, Çek Cumhuriyeti’nde Çek İşçi Partisi, Belçika’da Belçika Ulusal Cephesi, Portekiz’de Ulusal Yenilenme Partisi, İspanya’da Cumhuriyetçi Toplumsal Hareket; Hırvatistan’da, Ak Haklar Partisi gibi radikal partiler, gruplar var.
Bu partilerin hepsi ulusal kültürlerinin, dinlerinin, kimliklerinin, hatta ırklarının, AB projesinin, küreselleşmenin, yabancıların, Yahudilerin, Romanların, LGBT’nin tehdidi altında olduğunu ileri sürüyorlar. Jobbik Partisi devlet bürokrasisinde çalışan Yahudilerin listesinin çıkarılmasını istiyor; Romanların Yahudilerin biyolojik silahı olduğunu iddia ediyor. Slovakya’daki gruplar, ayrımcılığı savunuyor, Romanların insani yöntemlerle kısırlaştırılmasını istiyor.
Milliyetçi akımların birbirlerini dışlaması beklenirken, bunların Avrupa çapında, tanımladıkları ortak tehdide karşı örgütlenmeye, işbirliği yapmaya, birbirlerini desteklemeye, eylemleri arasında eşgüdüm oluşturmaya çalıştıkları görülüyor. Bu amaçla ortak yayınlar çıkarılıyor konferanslar düzenleniyor, Avrupa Özgürlükler İttifakıgibi yapılar oluşturuluyor. Geçen aralık ayında İtalyan Kuzey Ligası’nın düzenlediği konferansa, Avusturya, Flaman, Hollanda, İsveç partilerinin temsilcilerinin yanı sıra, Rusya’dan Putin’i, destekleyen Birleşik Rusya Partisi’nin başkanı Zubarev de katılmış.
Önümüzdeki seçimlerde bu parti ve gruplar birbirine benzer sloganlarla hareket etmeyi, seçimlerden sonra Avrupa Parlamentosu’nda grup kurarak birlik sürecini sabote etmeyi planlıyorlar.
İngiliz Ulusal Partisi Başkanı Nick Griffin, bu dayanışmada Polonya’nın etkin bir rol oynadığını söylüyor. Slovak gruplardan, Slovenska Pospolitos’un lideri Skrabak, Hırvatistan Ak Haklar Partisi lideri Franko Cirko sağcı gruplar arasındaki dayanışmanın yerel grupların gelişmesine büyük katkı yaptığını savunuyorlar. (TV510/04, Der Spiegel, 14/4; Reuters, Boston Globe, The Daily Telegraph, The American Interest, Washington Post 5-7 /05/2014.)
Aşırı sağcı-faşist partiler arasındaki uluslararası dayanışma Avrupa ülkeleriyle de sınırlı değil. Geleneksel Japon faşizminin mirasçılarından Nippon Issuikai adlı örgütün 2010 yılında Tokyo’da düzenlediği “Milliyetçi, Yurtsever, Milletlerinin KimliğiniSavunanlar Konferansı”na, yukarıda adı geçen gruplardan 20 temsilci katılmış.
Avrupa Birliği yanlıları, hep ortak bir Avrupa vatandaşlığı kimliğinin oluşamadığından yakınıyorlardı. Şimdi, bu kimlik oluşmaya başlıyor gibi ama bir farkla; ortak birbeyaz-Hıristiyan üstünlüğü projesi bağlamında…
Bu yazı Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmıştır.