Bu şehir insana tuzak kuruyor – Ebru Yıldırım

1996 yılı Haziran ayında insan yerleşmeleri üzerine BM’nin Türkiye’de on gün süren bir konferanslar dizisi olmuştu. Harbiye-Maçka arasındaki bölgenin vadi olarak adlandırıldığı günlerde, o bölgede yaşam süren dilenenler, sokak çocukları, “hırpani” görünüşlü kimseler toplatılmış, bölgede on gün süreyle görülmemeleri yönünde baskıya maruz kalmışlardı. Kanımca esasen “kentsel dönüşüm” denilen rant paylaşımının nüvelerinin konuşulduğu bu konferanslar dizisi, sokakta yaşam savaşı sürdürenleri insan yerleşmelerini konuştuklarını söyledikleri gündemde ne insandan sayıyorlar, ne de herhangi bir yere yerleştirme işinin bu grupları kapsamadığını gösteriyorlardı.

İstanbul’un parsel parsel satılıp inşaat ekonomisinin hizmetine sunulduğu şu günlerde sokaklarda adım başı karşımıza çıkan Suriyeli mültecileri görünce aklıma HABİTAT GÜNLERİ geldi. Bu yerleşim alanları yoksullar, savaş mağdurları, sokak çocukları, sarnıçlarda yatanlar için yapılmıyor. Kent de bizler için dönüştürülmüyor. Dönüşen kentin en dışına atılmak, görünmez kılınmak, yok sayılmak düşüyor payımıza yine. Savaştan kaçan, oranın da en yoksulu olan Suriyeli mültecilerin dramına seyirci kalmak, görmeye alışmak, normal karşılamak her geçen gün insanlığımızdan biraz daha alıp götürürken, aslında hep beraber bir şehrin mültecileri olduğumuzu belki de göremiyoruz.

23 Nisan, neşe dol(m)uyor insan

23 Nisan etkinlikleri dolayımıyla birlikte olduğum bir grup “anne” ile okuldaki etkinlik sonrasında çocuklarımızı daha da mutlu kılmak için günü birlikte geçirme kararı aldık. Havanın güzel olmasının bir fırsat olduğu gözümüzden kaçmasa da arabamızın olmayışı, alışkanlıklar, çocukların ortak talebi diyelim; bir AVM’nin oyun konsollarının olduğu “eğlence” merkezine gitmekte karar kıldık. Sonrasındaki dört saatin benim için kabusa dönüştüğü AVM eğlencesi; yüksek ses, insan kalabalığının algımı alt üst edişi, çocukların bitmek bilmeyen isteklerine sınır getirme telaşı, yemek yiyebilmek için masa kapmaca yarışı, biz kadınların kendimize dair gerçek hiçbir şey konuşmamış oluşu… ile sonuçlandı. Çocukların da bir görevi yerine getirme tüketiciliği dışında eğlendiğine hiç ikna olmadığım AVM’ye tıkılmış birlikteliğimiz beni sürgün edilmiş insanlar olduğumuz, yaşadığımız şehirde mülteci konumuna itilmiş olduğumuz gerçeği ile yeniden yüzleştirdi: Sokaklardan ve meydanlardan, üstelik “kendi rızamızla” kapalı, havasız, insan ilişkilerini yok sayan mekanlara hapsedilmiştik. Çocuklarımızla ve birbirimizle sahici ilişkiler kurmamıza engel bir mekanın rehineleri, tutsakları olmaya razı oluşumuz; insan ilişkilerinin kapı önlerinde çekirdek çitleyerek muhabbete doyulduğu, kocalardan şikayet etmelerin kadın dayanışma ağlarına dönüştüğü günlerden çok uzakta olduğunun fotoğrafıydı sanki. Başka türlü bir savaşın mültecileriydik: Sermaye bizi sürgün etmişti.

1977, unutulmaz yılın adı

Unutmak, ihanettir. 34 yoldaşımızın katledildiği yıl ’77. 34 yoldaşımızın katledildiği mekan Taksim Meydanı. 1 Mayıs bayramıydı. Kimisi başka şehirlerden sabah saatlerinde İstanbul’a inmişti bu görkemli kutlamaya katılmak için: Bayram Çıtak, Hacer İpek, Meral Cebren, Niyazi Darı, Aleksandros Kontuas, Jale Yeşilnil…Ezilerek, kurşunlanarak katledildiler. Bir kamyonetin arkasına doldurup yoldaşlarımızı hastanelere yetiştirmeye çalıştık. Sıraselviler’den Taksim İlk Yardım’a kamyonet arkasında giden ölülerimizin, yaralılarımızın kanıyla kızıla boyanmış bir meydan Taksim Meydanı. Evet, vaktimiz yok onların matemini tutmaya. Ama unutmadık, unutmayacağımız kesin.

Sokaklar bizim.

Meydanlar bizim.

Şehir bizim.

Şehrin dışına sürülmeye çalışılanlar, görülmesi istenmeyenler…Sulukule’den, Sütlüce’den, Okmeydanı’ndan uzaklara sürgün edilenler… Taksim 1 Mayıs alanıdır. Unutmadık.

*Ceza’nın şarkı sözlerinden bir dize

 

Bu yazı Çağdaş Divriği Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Yoruma kapalı