Türkçeyi İstanbul şivesiyle konuşan, “düzgün” okullarda okumuş, haşmetli burnu estetikle normalleştirilmiş kısmım turnikeden geçiyor; Kürdistan’da doğmuş, annesi babası “daha iyi şartlar” için batıya göç etmek zorunda kalmış ve orada “afedersiniz Kürt” olduğu hissettirilmiş kısmım turnikeye takılıyor. O yanımın bu pek havalı plaza ortamında barınacağı bir yer yok zaten.
Üniformamızın parçası olarak giydiğimiz topuklu ayakkabılar bizi yoksulluğumuzdan ve farklı kimliklerimizden oluşan zeminden ayıran bir sembole dönüşüyor. Ökçe ne kadar yüksekse zeminden o kadar uzaklaşıyoruz; ama bir o kadar da acıyor topuklarımız. Bu çileyi bütün beyaz yakalılar olarak yaşarken işin içine Kürtlüğümüz eklenince fazladan bir de burnu vuruyor o topuklu ayakkabının.
Kilitleyip çıktığım kapıyı, evimin kapısını, tekrar açmama en iyi ihtimalle (yani mesaiye kalmamayı başardığım durum) 12 saat var. “Hani normal mesai 9 saatti?” diye sızlanan iç sesimi yine başarıyla susturuyor ve yolda geçecek olan 3 saate hiç değilse serviste geçeceği için bir kere daha tahammül ediyorum. Çileli bir İstanbul trafiğinin ardından bütün benliğimle “verimli” olmaya and içtiğim bir güne daha başlamak için çıkarıyorum giriş kartımı çantamdan. Haftasonu “akbil” basarken benzerini duyduğum sesle beraber batıda büyümüş, Türkçeyi İstanbul şivesiyle konuşan, “düzgün” okullarda okumuş, haşmetli burnu estetikle normalleştirilmiş kısmım turnikeden geçiyor; Kürdistan’da doğmuş, annesi babası “daha iyi şartlar” için batıya göç etmek zorunda kalmış, batıda ne yaparsa yapsın her daim “afedersiniz Kürt” olduğu hissettirilmiş kısmım turnikenin dışında kalıyor. O yanımın bu pek havalı plaza ortamında barınacağı bir yer yok zaten.
Türkiye’de (elbette diğer neo-liberal memleketlerde de) yaşayan birçok insan için “beyaz yakalı” olmak “paçayı kurtarmak”la eş değer. Senelerce okumanın mükafatı olduğuna inanılan şık takım elbiseler, yüksek olduğundan çok emin olunan maaşlar, son derece “kalifiye ve kültürlü” oldukları su götürmeyecek iş arkadaşları ve daha nice güzellikler… Yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısının 46 milyon olduğu bir ülkede yukarıda sayılan şartları bir çırpıda küçümsemek, bunların günlük hayatta tekabül ettiği yeri yoksaymak en hafif deyimle aymazlık olacaktır şüphesiz ki. Ancak bu konforun arka bahçesinde duran güvencesizliğin, esnek çalışma adı altında hep çalışan aleyhine esneyen çalışma saatlerinin, imaj üstüne kurulmuş olan kaygan zeminin bilincinde olmamak da önemli bir gerçekliği gözardı etmek olur. Birçok beyaz yakalı çalışanın anti-depresanlara bağımlı bir halde son derece bireysel ve dayanışma olgusundan bihaber yaşadığı plazalar diyarında her şey dışarıdan göründüğü gibi parlak ve gösterişli değil ne yazık ki. Bazı kesimler var ki bütün bu dertlerin üstüne etnik, cinsel, dinsel vb farklılıklarıyla bir dert daha ekliyor. İşte bu noktada plazada çalışan bir Kürt olmak bazen öyle bir hal alıyor ki neresinden tutsanız elinizde kalıyor.
“Aynı dili konuşan” takım arkadaşları
“Beyaz yakalı” olmanın en temel bileşenlerinden birinin “beyaz Türk” olmaktan geçtiğini iddia edersek bu iki kavrama çok da haksızlık etmeyeceğimizi düşünüyorum. Beyaz Türklüğün çok önemli bir şartı olan ‘eğitimlilik’ hali sorgulamaya mahal vermeyecek şekilde bütün beyaz yakalılar tarafından karşılanan bir durum zaten. Lakin bu kervana katılmak için diploma yeterli olmuyor. Yöneticiler işe alım yaparken “işi yapabilme” kriterinden ziyade etraflarında görmekten hoşlanacakları, “kurum kültürüne” uyum sağlayacak olan, gönüllerince yetiştirip kendilerine benzetebilecekleri (ki halihazırda da büyük ölçüde benzeyen) adayları seçiyorlar. Bir yönetici bir şekilde “aynı dili konuşacağı” çalışan istiyor altında. İlk bakışta son derece subjektif gibi görünen bu kriteri biraz silkeleyince altından ay gibi parlak yüzüyle zeki, çevik ve ahlaklı bir beyaz Türk çıktığını görüyoruz. Yöneticiler, kendileriyle benzer orta/orta-üst sınıf ailelerin içine doğmuş, benzer okullarda okumuş, benzer şeyleri başarı; benzer şeyleri başarısızlık olarak adlandırmış kişilerden oluşan ”takım arkadaşları” almaya çalışıyorlar. Bu temel değerlerde bir farklılık varsa şayet, ya bunu dillendirmemeniz; ya da söz konusu farklılığı aynılaştıracağınız yönünde onları ikna etmeniz gerekiyor. Yoksul bir ailenin çocuğuysanız, eşcinselseniz, Kürtseniz, (bazı şirketler için Aleviyseniz) ya da buna benzer bir “kusur” taşıyorsanız bundan hiç söz etmemeniz ve dışarıdan da bu durumu çaktırmamanız zımni bir şekilde bekleniyor. Kürtler açısından duruma bakacak olursak, bir Kürt olarak “beyazlaştığınız” ölçüde sisteme girme ve orada kalma şansınız artıyor. “Biz Kürtleri işe almayız!” diye açık açık diyen yok belki ama olmazsa olmaz belledikleri kriterleri Kürdistan’da büyümüş, asimile olmamış bir Kürt olarak karşılamanız mümkün görünmüyor.
En basit ve çözümü en zor konu olarak aksan problemi bir engel olarak dikiliyor yeterince beyazlaşamamış Kürtlerin karşısına. Zira plaza ortamında Kürt aksanıyla konuşan bırakın yöneticiyi; neredeyse tek bir beyaz yakalı çalışan bile bulunmuyor. Çayı demleyen taşeron işçilerden, servis şoförlerinden ve müşteri tarafıyla hiçbir ilişkisi olmayacağı garanti olan departmanlardan duyulabiliyor böylesi bir aksan ve duyulduğu anda da ciddiye alınmamak suretiyle hızla bertaraf ediliyor. Plaza dünyasında bir Kürt, Türkçeyi yeterince düzgün konuşamıyorsa hangi okulu bitirmiş olursa olsun, hangi üstün becerilere sahip olursa olsun bırakın öne geçmeyi; eşitlenemiyor bile Türkçeyi aksansız konuşan iş arkadaşıyla. O aksan oracıkta bir ‘köylülük’ ihsan ediyor ve sonrası gelemiyor ne yazık ki.
Devlet onaylı “kurum kültürü”
İşin aşılması çok zor olan kültürel sermaye boyutu “aynı dili konuşmak” ile sınırlı değil ne yazık ki. Bir beyaz yakalı çalışan için olmazsa olmazlardan biri de özgüven! Beyaz Türkün muhtemelen “ezelden beridir hür” olmanın verdiği güçle doğuştan edindiği özgüveni, bir Kürt ne hikmetse o ihtişamıyla sergileyemiyor.
Verili özgüvenin devlet onaylı “kurum kültürü” ile buluştuğu plazanın endemik bitkisi gibidir beyaz Türklük. Mesela ofiste gazete okurken olanca fütursuzluğu ve rahatlığıyla sarf edilen “terörist işte bunlar, o kadar gencimizi öldürdüler, işleri güçleri bölücülük, Cumhurbaşkanı bile oldular ama hala‘devlat biza para versın’ diye ağlaşıyorlar” aşağılamalarının karşısında Kürt çalışan aynı özgüvenle “benim de Türk arkadaşlarım var, sözüm masum Türklere değil!!” diye laflar zinhar edemiyor. Kürt-Türt ayrımını tavana çıkarmadan sakin sakin “arkadaşlar bir dakika, biz kardeşiz, bakın mesela her ay aynı ekonomik sıkıntıları çektiğiniz, mobbinge beraber maruz kaldığınız, güvencesizlikten her türlü stres hastalığına beraber yakalandığınız arkadaşınız olan ben de bir Kürdüm ve ne kuyrukluyum ne de teröristim” dahi diyemiyorsunuz. Seçim konuşulduğunda ise kurum kültürüne göre saflar AKP veya CHP olarak son derece belirgin bir hal alıyor. Hiçbir plazada ne hikmetse kurum kültürü BDP veya HDP’den yana çalmıyor ve gerine gerine siz de parti propagandası işine el atamıyorsunuz. Politik sahneye çıkış ancak Sırrı Süreyya’nın esprileri üzerinden ve bir miktar da Selahattin Demirtaş’ın iktidar ve muhalefet eleştirilerinden oluyor ve hemen akabinde en iyimser senaryoda bile “yahu o ikisi iyi ama partileri kötü” tepkileriyle cevap buluyor. Avrupa standartlarında turnikenin öbür tarafında bırakılması zorunlu olan ayrımcılıklar, olanca densizliği ve sorgulanmazlığıyla önünüzde vuku bulurken, bir Kürt olarak mecburen Avrupa standardını yakalayıp politik ayrımcılık yapmamak, sessiz kalmak durumunda oluyorsunuz!
Yalnız kimlik işi fanilaya takılan bir nazarlık gibi kolayca bir içeride bir dışarıda bırakılmıyor. Gizli bir kimlik gibi yaşanmak durumunda olan Kürtlük hali özenle bastırılıp reddedilmediği müddetçe istenmese de “anlaşılıyor” plazaların steril ortamlarında. İş arkadaşlarınızın envai çeşit tatil beldesinde harcadıkları kuş kadar yıllık izni, sizin “memlekette” harcayasınız geliyor ve koca plazada tatilini Diyarbakır’da geçiren tek kişi olarak ister istemez sırıtıyorsunuz. Ya da bir akrabanızdan bahsederken Kürtçe bir isim söylüyorsunuz (bazen de bizzat kendi isminiz Kürtçe oluyor…), öğle arası yok yere “sizin oralardan” bir yemek tarif edesiniz tutuyor ya da basitçe “dahil olamıyorsunuz” ve anlaşılıyor Kürt olduğunuz. O noktadan itibaren nurtopu gibi, mümkün olduğunca dillendirilmeyecek, şöyle bir değinilip geçilecek, memleketteki kültürel mozaiğe olan hürmetten mütevellit üç beş gelenek ve göreneğin sorulacağı, en fazla iş arkadaşlarınızın ufak çaplı kültürel turizm ihtiyacını giderebildiği bir alan olarak anılacak bir “kusur” peydah olmuş oluyor. Bu kenara konulan Kürtlük hali elbette sadece turizm ihtiyaçlarında hatırlanan bir şey olmuyor. Becerdiğinizde zekanız ve bilginiz sayesinde yaptığınıza inanılan işler her nasılsa beceremediğinizde arka planda bir miktar “Kürtlüğünüzden” becerilememiş olabiliyor.
Yüksek topuklu şizofren akıl!
Beyaz yakalılık durumu bir yanıyla çok karmaşık, bir yanıyla da çok basit. Size Kürt olduğunuz için farklı, biraz kusurlu ve kurum kültürüne uyumsuz olduğunuzu hissettiren iş arkadaşlarınız/yöneticileriniz başka alanlarda hayatı kendilerine zorlaştıran bir farklılığa aitler muhakkak. Bu neo-liberal sistem bizi birçok farklı parçaya ayırıyor ve en nihayetinde hayat sadece Türk-Kürt ikileminden yürümüyor. Güvencesizlik, mobbing, kötü çalışma koşulları kimliklere ayırmadan herkesi vuruyor. En mahrem sırrını bile paylaşabildiğin iş arkadaşına maaşını söylemeyi yasaklayan şizofren akıl plaza hayatının her yerine hakim. O şizofren akıl sayesindedir ki bir yan yaprak döküp anti-depresan alırken, bir yan bahar bahçe kıvamında mensubu olduğu öğretilen orta/orta-üst sınıf hayatı yaşamaya çalışıyor. Plazasından çıkıp residancetaki evine gitmek isteyen çalışanlara hep daha fazlasının olduğu ve yeterince çabalarsa onu alabileceği hissi veriliyor. Ancak gelin görün ki “yeterince çabalamanın” ne olduğu, neleri kapsadığı ya da nelerle sınırlı olduğu bir türlü söylenmiyor! Bütün dayanışma ağlarının özenle koparıldığı ve ”şirket yemekleri” seviyesine indirildiği son derece bireysel ve yorucu bir hayat dayatılıyor. Üniformamızın parçası olarak giydiğimiz topuklu ayakkabılar bir yerden sonra bizi yoksulluğumuzdan ve farklı kimliklerimizden oluşan zeminden ayıran bir sembole dönüşüyor. Ökçe ne kadar yüksekse zeminden o kadar uzaklaşıyoruz, aynı “zengin, kültürlü ve üst sınıf elite” yaklaşıyoruz; ama bir o kadar da acıyor topuklarımız. Bu çileyi bütün beyaz yakalılar olarak yaşarken işin içine Kürtlüğümüz eklenince fazladan bir de burnu vuruyor o topuklu ayakkabının.
İlgili yazı:
Kürtlük turnikeden halayla geçer- Murat Eroğlu
Bu yazı http://geremol.net/ sitesinden alınmıştır.