Hak, hukuk, adalet, vicdan, mantık ve insaf… günlük hayatta da, devlet idaresinde de olmazsa olmaz kavram ve gerçekler. Bunlar olmayınca, içi boş her şeyin. O zaman ayakkabı kutuları doluyor, o zaman çenebazlar komplo, paralel devlet, Haşhaşinler diye saçmalıyor. Gazetelerde televizyonlarda çapsız adamlarla kadınlar da hırsızları, katilleri savunmak için maaş karşılığı nutuk atıyor. Sultan Alparslan, size bir şey sorabilir miyim?
Rahmetli babam, Hukuk profesörüydü ve ben kendimi bildim bileli, ‘Bu memleket ölmüş, gömeni yok’ derdi. Üstelik o zamanlar henüz Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay bugüne kıyasla hukuka daha fazla saygı gösterirdi. Bu Yüksek Mahkemeler, özellikle yürütmenin hukuka, vicdana aykırı yasa ya da edimlerini engellerdi. O zamanlar, 60’lı 70’li yıllardan sözediyorum, savcı talimatına uymayan kolluk kuvveti yoktu. Ya da polis teşkilatına örgüt suçlaması yapan yoktu. Yanlış anlaşılmasın o zaman da resmi ideoloji vardı, yargı da, bu devletin önemli bir ideolojik aygıtı olarak, bu resmi ideolojiyi savunur ve uygulardı. Ama mesela o zamanlarda tek devlet vardı, paraleli yoktu. Hizmet, Cemaat, Fitne, Haşhaşin filan da yoktu. O zamanlar hükümet, ikide bir savcıların, polislerin görev yerlerini değiştirmezdi. Ya da hükümet, ‘Savcı bir baskın düzenlemeden önce Vali’den izin alır’ cümlesinin geçtiği bir yasa metni kaleme almazdı, alamazdı.
Ben de hasbelkader beş yıl boyunca, üstelik Fransa’da hukuk okumuştum. 40 yıl olmuş… Ne var ki daha ikinci sınıfta, ki Marksizm’le henüz yeni tanışmışım, Anayasa Hukuku pratik seminerinde, bu ünlü kuvvetler ayrılığı meselesi yüzünden hem kafam karışmıştı, hem de hoca ile kapışmıştım:
- Hocam, ‘Yasama, yürütme, yargı birbirinden bağımsız, ayrı kuvvetlerdir’ dediniz değil mi? Montesquieu’nün (1689-1755) teorisi böyle… Ama bence doğru değil bu!
- Neden doğru değil?
- Hocam, yasama dediğimiz milletvekili…yürütme dediğimiz bakan, yargı dediğimiz de hakim ya da savcı değil mi?
- Evet, sonra…
- Hocam, bu üç kuvvetin uygulamada birbirinden bağımsız olması mümkün değil ki?
- Nedenmiş o?
- Hocam, milletvekili de, bakan da, hakim ya da savcı da devlet memuru, her üçü de maaşlarını devletten alıyor, her üçü de devlet için çalışıyor, amaçları bir yani, ekonomik olarak bağımsız değiller, hatta üçü de aynı ideolojik ve ekonomik güce bağımlı…(Sınıf tahlili ve ekonomi politik yapıyorum aklımca…)
- Olabilir, ama sizin söyledikleriniz Marksist teori…
- Hocam, ben size benim öne sürdüğüm görüşlerin ne teorisi olduğunu sormadım. Kuvvetler ayrılığı teorisinin yanlış olduğunu söyledim.
- Bu kadar ukalalık yeter, siz dışarı çıkabilirsiniz!
17 Aralık’tan bu yana yaşananlar rahmetli babamı bir kez daha haklı çıkarırken, oğlunu da yalanlamadı: Erdoğan Montesquieu’ye karşı!
Ülkedeki mevcut durumu betimlemek için ‘kaos’, ‘çivisi çıkmış’, ‘şirazesi kaçmış’, ‘zıvanadan çıkmış’ gibi deyimler kullanmak durumunda kaldık. Hele ben, yabancı medya için çalışıyorum ya, 3 dakikalık radyo haberinde ya da 2000 vuruşluk gazete haberinde, gel de Fetullah Gülen Cemaat’ini, HSYK’yı, işten el çektirilen polisleri, dosyaları ellerinden alınan savcıları, Prof. Burhan Kuzu’yu, Adalet bakanını anlat… Mümkün mü? Biz daha tam olarak anlayamıyoruz, bilemiyoruz olup biteni, bizden de cahil elin okuruna nasıl anlatacaksın ki bunları? Onların kültüründe, onların zihniyet dünyasında böyle şeyler olmaz…
Çok eskiden beri Fransa’yı örnek verip anlatır, yazarım: Hakiki bir Cumhuriyet’de yani demokratik bir rejimde, Cemaat memaat olmaz. Tüm yurttaşlar eşittir. Hele laik bir Cumhuriyet’te din temelli herhangi bir örgütlenmeye izin verilmez. Fransa, mesela o Hollywood ünlülerinin de mensubu olduğu Amerikan Scientology tarikatını yasakladı. Başka saçma sapan tarikat, çakma kiliseler de kapatıldı. Siyaset yapmak istiyorsan parti kurarsın, seçimlere girersin, kazanırsan da iktidara gelirsin. Sosyal faaliyet yapmak istiyorsan, dernek ya da vakıf kurarsın, yasanın çizdiği çerçevede, artık medeniyetlerarası ittifak mı, dinlerarası hoşgörü mü neyse derdin, etkinlik düzenlersin.
Gerçi hakiki bir Cumhuriyet’de, Bakan çocukları, neredeyse suçüstü bir şekilde rüşvet ve yolsuzluktan gözaltına alınmışlarsa, Başbakan da kalkıp uluslararası komplo, faiz lobisi, Siyonizm, paralel devlet, Haşhaşinler diye laflar etmez. Gelişmiş ülkelerde iktidar partisinin militanları kefen giyip Başbakanı havaalanında karşılamaz. ‘Rüşvet almışsa da vatan için almıştır’ cümlesi Fransızca ya da İngilizce kurulamaz. Keza hakiki demokrat, hakiki cumhuriyetçi hiçbir Başbakan, ‘Rüşvet alanları bize söyleyin ben onların cezasını vereyim’ ya da ‘Benim oğlum yolsuzluk yaparsa onu evlatlıktan redederim’ cinsinden arkaik/feodal sözler sarfetmez.
İki şey beni endişelendiriyor:
AKP iktidara geldiğinden bu yana, adım adım, kentte, eğitimde, kültürde, ekonomide, ideolojide, yaşam tarzında, doğada öylesine büyük yıkımlar gerçekleştirdi ki, bunların yeniden rayına oturtulması, hasar bilançosundan sonra teşhis ve tedavisi yani normal demokratik bir düzenin restorasyonu çok uzun zaman alacak, çok zor ve sancılı olacak.
İkincisi, hiçbir siyasi partinin iktidarda ilelebet kalıcı olamayacağını biliyoruz, hali hazırda kendi iktidarını hazırlayan ciddi bir muhalefet alternatifi olmadığını da biliyoruz. Bu durumda, Türkiye örneğinde, bir sonraki iktidarın eski pratikleri sürdürmeyeceği konusunda herhangi bir güvence yok. Büyük bir ihtimalle, olası yeni iktidar, isim değişikliği ile aynı olumsuz, neo-liberal politikaları sürdürmeye çalışacak.
1071’den bugüne acaba neden hala geçiş dönemini tamamlayamadık?
(*)Express dergisi Şubat/Mart 2014 tarihli sayısı Mavi Daktilo yazısı