ILO, 40 ülke için, “15-29 yaş gruplarında, çalışmayan, iş aramayan, okumayan, stajda ve askerde olmayan” insanların oranını belirlemiştir. Türkiye yüzde 34,6 oranıyla ve açık farkla birincidir
Son yıllarda, iktisatçılar arasında “orta gelir tuzağı” söylemi yaygınlaşmaktadır. Belli ölçülerde sanayileşmiş olan; ancak Batı ile aralarındaki farkı bir türlü kapatamayan (Türkiye gibi) çevre ekonomilerine dönük bir teşhis, bir de reçete içermektedir.
Teşhis kısaca şudur: “Sizler rekabet gücünüzü artırabilmek için uluslararası piyasalara, dış ticarete açıldınız; sanayileşmede, ihracatta büyük mesafeler aldınız. Ancak, giderek tıkandınız. Sıradan sanayi ürünlerinde sizden çok daha düşük emek maliyetleriyle ihracat yapan ülkeler (örneğin Çin) ile rekabet edemiyorsunuz. İleri teknolojiye dayalı ihracatçılar (örneğin Almanya) ile de rekabet edecek gücünüz yok. Orta gelir tuzağına saplandınız.” Reçete ise bilinenin tekrarıdır: “Yapısal reformları hızlandırın.”
Söylem, rekabet gücü önceliğine dayalı bir ekonomi öngörüyor. Yapısal reformlar, ise emek gücü maliyetini aşağı çeken neoliberal önlemlerden oluşuyor; zira, “serbest piyasa ekonomisi” teknolojik sıçramayı (“öndekileri yakalamayı”) sağlayacak sihirli anahtardan yoksundur.
***
Ekonominin durağanlaştığı açık-seçik ortaya çıkınca, Ali Babacan durumu “orta gelir tuzağı” söylemi ile açıklamaya çalıştı. Wall Street Journal’da (30 Eylül’de) çıkan bir yazısı ile Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de ona katıldı. Başlığını Türkçeleştirelim: “Türkiye Orta Gelir Tuzağından Nasıl Kurtulacak?”
Mehmet Şimşek diyor ki: “Türkiye’nin kişi başına geliri 2002’de $3492 iken, şimdi $10807’ye çıkmıştır. Orta-gelir düzeyli bir ekonomiye dönüşmesi, kapsamlı reformlar ve temkinli makro-ekonomik politikaların sonucudur. Bu ilerlemeye rağmen, orta-gelir tuzağını aşmakta hâlâ büyük güçlüklerle karşı karşıyadır. Başarı için sağlam makro-ekonomik politikalar ve ilave yapısal reformlar gereklidir.”
“Orta gelir tuzağı” incelemelerinde milli gelir karşılaştırmaları böyle yapılmıyor. Bu sorun bir yana, daha basit bir yanlışlık söz konusu: Mehmet Şimşek AKP’nin ekonomik karnesini abartmaya hevesli olduğu için, daha önce Dani Rodrik’le tartışırken yaptığı bir hatayı tekrarlıyor: Dolarlı milli gelirdeki büyümeyi bir başarım göstergesi olarak kullanıyor.
Niçin yanlış? Büyüme hızını ölçmenin, karşılaştırmanın yolu, milli geliri sabit (enflasyondan arındırılmış) TL ile hesaplamaktır. Dolarla hesaplarsanız ne olur? Örneğin, ekonominin sıfır büyüme gösterdiği enflasyonlu bir yıl içinde dolar ucuzlamışsa (veya enflasyonu geriden izlemişse), dolar cinsinden milli gelir yükselir. Zira, enflasyonu da kapsayan TL’li milli geliri, ortalama döviz fiyatına bölerseniz, elde edilen sayı dolarlı milli gelir olur. Çok basit bir senaryo oluşturalım: 2002-2013 boyunca dolar fiyatı enflasyona (TÜFE’ye) endekslenseydi; ancak diğer bütün değişkenler aynen devam etseydi, kişi başına milli gelir 5000 dolara dahi ulaşamayacaktı. Demek ki, Mehmet Şimşek’in 3500 doları 10800’e çıkaran “başarı öyküsü”, on bir yılda döviz fiyatlarının enflasyonun bir hayli gerisinde seyretmesine bağlıdır.
Bu “senaryo” elbette eksiktir. Döviz kuru daha yüksek seyretseydi, fiyat ve nominal milli gelir düzeyleri de etkilenecekti. Ancak, bütün değişkenleri kapsayan bir modelin sonucu da, 2013’te kişi başına milli geliri, Şimşek’in 10800 dolarının altında belirleyecekti.
***
Peki, AKP’nin “gerçek büyüme karnesi” ne gösteriyor? On bir yıllık büyüme hızı ortalama yüzde 4,5’tir. Ancak öncesi ve aşamaları önemlidir: 1998-2002 dönemi iki kriz içerir ve bu dört yılda kişi başına milli gelir yüzde 2 oranında geriler. AKP, böylece, kullanılmayan kapasite oranları bir hayli yüksek bir ekonomi devralır. 2007’ye kadar milli gelir bu yüzden, adeta kendiliğinden, yüksek bir tempoyla (ortalama yüzde 7,3) büyür. Sonraki 6 yılda ise ekonomi yüzde 3,7’lik bir büyüme patikasına oturur. AKP liderleri, önümüzdeki yıllarda da bu temponun aşılamayacağını öngörüyorlar; “orta gelir tuzağı” söylemine bu nedenle sığınıyorlar.
Peki, Türkiye gibi ülkelerde büyüme hızını aşağıya çeken yapısal, nesnel etkenler var mıdır? Yanıt, ekonomilerdeki emek rezervleri ve sermaye birikimi ile ilgilidir. Bünyesinde bol emek fazlası barındıran ekonomilerin büyüme süreci, öncelikle üretim kapasitesindeki genişlemeye, yani sermaye birikimine bağlıdır.
Türkiye’ye bu açıdan bakalım: Toplam istihdamın yüzde 23,6’sı tarımdadır ve milli gelirin sadece yüzde 7,2’sini üretmektedir. Bu derecede düşük verimlilik, tarımdaki emek fazlasının göstergesidir.
Faal nüfusun işgücüne katılma oranı, damla damla artmış; yüzde elli eşiğine ancak ulaşmıştır. Ortadoğu hariç, tüm Güney coğrafyasında ve Batı’da bu oran yüzde 56 ile 71 arasında değişmektedir.
ILO, 40 ülke için, “15-29 yaş gruplarında, çalışmayan, iş aramayan, okumayan, stajda ve askerde olmayan” insanların oranını belirlemiştir. Türkiye yüzde 34,6 oranıyla ve açık farkla birincidir.
Bu göstergeler Türkiye’yi yüksek oranlı emek rezervleri barındıran bir ekonomi olarak ortaya çıkarıyor. Bu kaynağın üretime dönüşmesi, sermaye birikim oranlarına bağlıdır ve AKP’li yılların ortalaması yüzde 20’dir. Aynı yıllar için Asya’nın sekiz büyük ve “yükselen” ekonomisinde yatırım oranlarının ortalaması yüzde 30,4’tür.
***
Bu nesnel, yapısal özellikler, Türkiye’nin durgunlaşma çemberini kırabilmesinin de anahtarını veriyor: Sermaye birikim oranını yukarı çekecek, yatırımların sektörler-arası dağılımını belirleyecek, âtıl nüfusun üretime yönelmesini sağlayacak bir planlama perspektifi… Parazit burjuvazinin sınıf egemenliğinin ve öncelikle emperyalizme bağımlılığın aşılması sonunda gündeme gelebilecek olan bir perspektif…
Burjuva siyasetçileri, emek maliyetlerini bastırma hedefine odaklanmış bir rekabet gücü yarışması içinde “orta gelir tuzağı”nın aşılmasını ümit ediyorlar. Planlama perspektifinde, emek rezervleri tükeninceye kadar iç talep öncelik taşır; dış ticaretin işlevi ise büyümeyi, sermaye birikimini desteklemektir. Rekabet gücü yarışması ve onun zorunlu sonucu olan “orta gelir tuzağı” bu ortamda uzun süre gündeme gelmez.