Suriye’de 5,5 milyon çocuk iç savaşın bedelini ödüyor. Birleşmiş Milletler raporuna göre 2,8 milyon çocuk artık okula gitmiyor ve bu çocukların pek çoğu evlerini kaybetmiş durumda. 1 milyon çocuk mülteci olarak başka ülkelerde, çoktan yersizleştirilmiş halde. Toplamda yerinden yurdundan olan sayısı 8 milyon. Yanlış okumadınız evet, 8 milyon. Ocak 2014’ten beri gittikçe kötüleşen duruma bir de çocuk felci tehlikesi eklendi. 4 gün önce Halep’te bir ilkokulda meydana gelen patlamada 25 tane çocuk öldürüldü. Bir şekilde Suriye’den kaçan -kaçmayı başaran- çocuklar da komşu ülkelerde en kötü şartlarda çalışmak zorunda kalıyor. 14 saatin karşılığında 15 lira gibi bir ücretle çalışan, okulda olması gerekirken, ailelerine bakmak zorunda kalan 13-14 yaşlarında çocuklar. Mülteci kamplarında yaşayan çocukların pek çoğu da ya istismarla ya da açlık, hastalık ile karşı karşıya.
Bugün Suriye’de şiddetten kaçanların üçte ikisini de kadınlar oluşturuyor. Örneğin, Ürdün’de Zaatari mülteci kampına yerleştirilen 120 bin kişiden 75 bini kadın ve çocuklardan oluşuyor. Kamplardaki kadınların pek çoğu para karşılığında zengin yerel erkeklere satılıyor. Pek çoğu gencecik kadınlardan oluşan aileler, tacize ve tecavüze uğrayan kızlarını reddetmek zorunda kalıyor yahut kadın kaçakçılığına dahil ediliyor. Irak’a kaçan 210 bin kişinin yüzde 80’i kadın ve çocuklardan oluşuyor. Onların da kaderi diğer ülkelerdeki mültecilerden farklı değil. Yeterince yasal koruma sağlanmadığı gibi fiziksel bir koruma da yeterli düzeyde değil. Bu nedenle kadın ve çocuklar her gün biraz daha artarak şiddete maruz kalıyorlar.
Bütün bunları neden söylüyorum peki? Eğer kim, kimi, nerede, nasıl öldürüyor diye merak ettiğinizden ya da bu dramın etnik, dinsel boyutlarını şu an tartışmak için okuyorsanız bu makaleyi, aradığınızı bulamayacaksınız. Bütün bunları söylememin sebebi iki yönlü: Birincisi kadınları savunmasız savaş mağdurları olarak göstermek yerine, bugün hem kamplarda hem de Suriye’de kadınların durumunu açıklayarak sistemik bir şiddetin nasıl yaşandığını anlatmaya çalışmak. İkincisi de böylesine bir krizde -ki Suriye krizi yerel ya da ulusal olmaktan çok öteye gitmiş ve uluslararası bir krize dönüşmüş durumda- sömürgeci (kolonyal) mantığın devamlılığı olarak ‘insanlık’ dediğimiz kavramın aslında var olup olmadığı sorularını sorduran bir küresel probleme dikkat çekmek.
Elbette Suriye’den kaçan kadınların yanı sıra Suriye’de kalan ve savaşan pek çok kadın olduğunu belirtmek önemli. Bütün kadınların çaresiz olduğu ve sanki her kadının korumaya ihtiyacı olduğu gibi bir iddia kadınların iradelerini hiçe saymak olur. Ancak burada önemli olan soru, bu tür krizler ve savaşlarda en çok kadın ve çocukların yara alması ve mağdur olmasının sebeplerinin ne olduğudur. Erkek egemen mantığıyla en güçsüz olanlar olduğu için değil, tam aksine erkek egemen söylemin ve ‘erkek’ temelli olduğu sanılan savaş ve barış fark etmeksizin kanunun ve otoritenin (ki bu otorite de erkek olmalı) ortadan kalktığı anda saldırılacak, şiddet görmesi ve de ‘elde edilmesi’ vacip olan öznenin kadın olmasından kaynaklanıyor. Öyle ki kadın, ‘tutsaklaştırılması’ ve de ‘maddi’ bir eşyaya dönüştürülmesi en makbul kişi. Şunu demeye çalışıyorum böyle bir krizde kadının şiddet görmesi, tecavüze uğraması gündelik hayatta bunun çoktan normalleşmiş ve de savaş durumunda olacaklar listesine tarih boyunca eklenmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu dram bu nedenle küresel bir patriarkanın savaş durumunda işleyişi ile iç içe görülmeli.
İkinci mesele de aslında bu durumdan bağımsız değil. İnsan(sız)lık dramı dediğimiz şey sadece Suriye’de ya da bundan yıllar önce Lübnan İç Savaşında yahut hala Filistin’de başarısızlığa uğrayan insani yardım değil. ‘İnsanlık’, maalesef dünyadaki iktidar savaşları ve sömürü sistemi ile şekillenen bir kavram halini almıştır. Bugün mültecilere yapılan yardımı ya da Suriye politikalarını düzenleyen, uygulayan ülkelerin; ‘insanlık’ kavramını ya emperyalist bir müdahale ile kendi çıkarlarını korumayı ya da Soğuk Savaş ile belirlenen uluslararası kamplaşmayı, ideolojik ve ekonomik sistemi devam ettirmeyi amaçlayan bir noktadan tanımlıyor olması gerçek problemin kendisidir. Özetle ‘insan’ ve sadece insan kavramı üzerinden ve de insanın şiddet görmemesi için yapılmıyor hiç bir şey. Bu nedenle uluslararası kamuoyu -buna her birimiz dahiliz- geçmişte olduğu gibi bugün de insanlık dersinden sınıfta kalmış durumda.
Sadece insanlık dersleriyle bütün iç savaşları önleyebiliriz gibi naif bir öneri de bulunmuyorum. Ancak diyorum ki tarih boyunca bu dünyayı şekillendiren emperyalizm, patriarka ve de şiddet okumasını yapmadan iç savaşı anlayamayız: Bugün devam eden mezhepsel çatışma, 1920’lerde Fransız mandası altındaki Suriye’nin tamamen etno-dinsel ayrımlara dayanan 4 farklı özerk yönetime dönüştürülmesinden, bölgedeki çıkar oyunlarından (Türkiye başta olmak üzere) bağımız mı sizce? Tıpkı I. Dünya Savaşı sonrasında, kendi mandası altında olan Filistin’i parçalayarak İsrail gibi bir ülkeyi yaratıp dünyanın en modern sömürgeciliğini sahnelemiş bir emperyalist İngilitere’nin Filistin’deki şiddetten, Filistinli mülteci kamplarında yaşanan dramdan bağımsız olmaması gibi.
Kadınlar ve çocuklar tarihsel ve cinsiyetçi şiddetin mağdurları, evet doğru ama bu sistemik ve endemik probleme şu an karşı koymadığımız her an bu suça biraz daha ortak oluyoruz. Suriye şu an damarlarımızda dolaşan kan kadar yakınımızda olan bir savaşın, şiddetin öyküsü. Bir şey yapamadığımız her an bu yalnızca bir insanlık dramı değil aynı zamanda insansızlık öyküsü olarak tarihe geçiyor.