Proletaryadan kognitaryaya, işçi sınıfından çokluğa: Gayri maddi emek kuramının yanılgıları

İtalyan otonomcularının güvencesiz emek kuramlarındaki en önemli öncüllerden biri şudur: Denir ki, 1970’lerden bugüne çalışmanın giderek güvencesizleştirilmesi, 1960’ların sonundaki sınıf mücadelelerine, yani “daha çok para, daha az çalışma” sloganında özetlenen ‘çalışmanın reddi’ tavrına dayanan mücadelelere kapitalizmin verdiği tepkiydi. Buna göre güvencesizleştirme, emek üzerindeki kapitalist boyunduruğa karşı çıkan mücadelelere kapitalizmin cevabıydı ve kapitalist çalışma disiplinine direnen, kapitalist üretimin gereklilikleri etrafında örgütlenmiş bir hayatı –fabrikada veya ofiste geçen bir hayatı– reddeden işçilerin taleplerini bir anlamda hayata geçiriyordu.

Bu kuramlardaki bir başka önemli tema, iş ilişkilerinin güvencesizleştirilmesinin 1980’lerde üretimde yaşanan yeniden yapılanmanın yarattığı değişime dayandığıdır. Bu, sanayi emeğinden, Negri ve Virno’nun “gayri maddi emek” dedikleri emek türüne geçiştir. Negri ve diğerlerine göre, 1960’lardaki mücadelelere tepki olarak üretimde 1980’lerle 1990’larda yaşanan yeniden yapılanma, sanayi emeğinin yerini başka bir çalışma türüne bıraktığı bir süreci de başlatmıştır – tıpkı tarım emeğinin yerini sanayi emeğine bırakmış olması gibi. Bu yeni emek türüne “gayri maddi emek” adını verirler, zira onlara göre bilgisayar ve enformasyon devrimleriyle birlikte hâkim çalışma biçimleri değişmiştir. Günümüz kapitalizmindeki hâkim çalışma biçimi, fiziksel nesneler yerine enformasyon, fikir, varoluş tarzı ve ilişki üretme eğilimindedir.

İtalyan otonomculara göre çalışmanın güvencesizleştirilmesi ve gayri maddi emeğin ortaya çıkması Marx’ınGrundrisse’de makineler üzerine yazdığı ünlü pasajdaki öngörülerini doğrulamaktadır. Marx burada kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kapitalist üretimin canlı emeğe olan ihtiyacının giderek azalacağını, bunun yerine üretim süreçlerinde bilim, bilgi ve teknoloji bütünleşmesinin birikimin motoru haline geleceğini öne sürmüştür. Virno ve Negri, güvencesiz emek yönündeki değişimin, kapitalizmin tarihî eğilimiyle ilgili bu öngörüyü doğruladığını  savunurlar. Dolayısıyla, günümüzde bilişsel emeğe ve bilgisayara dayalı çalışmanın gelişmesine önem vermelerinin sebebi, bunları kapitalizmin çalışmayı azaltma yönündeki tarihî eğiliminin parçası olarak görmeleridir.

Güvencesiz emeğin gelişimi ve gayri maddi emeğe geçiş, Negri ve diğer otonomcu Marksistler açısından tamamen olumsuz bir süreç değildir. Bilakis, kapitalist gelişmenin sınıf mücadelelerine tepkisinin sonucu olarak, çalışmanın, dolayısıyla da sömürünün azaltılmasına doğru bir eğilimin dışavurumlarıdır. Bu demektir ki, bugün üretici güçlerin gelişimi, bize halihazırda çalışmanın aşılabileceği bir dünyanın ilk ipuçlarını göstermektedir: çalışma zorunluluğundan kurtulduğumuz ve yeni bir özgürlük âlemine girdiğimiz bir dünya.

Otonomcu Marksistler bu gelişmenin aynı zamanda yeni bir “müşterek” yarattığını da savunurlar: gayri maddi emeğin, çalışmanın sosyalleşmesinde ve homojenleşmesinde bir sıçramayı temsil ettiğini öne sürerler. Fikir şudur: vaktiyle önemli olan farklı çalışma türleri (üretim/yeniden üretim; tarım/sanayi/“duygulanımsal emek”) arasındaki ayrımlar ortadan kalkmaktadır, zira tüm çalışma biçimleri (eğilim olarak) birbiri içinde özümsenmeye, hepsi de bilişsel emeği bünyesine katmaya başlamıştır. Dahası, bütün etkinlikler giderek kapitalist gelişme içine dahil olur, toplum dev bir fabrikaya dönüşürken tüm faaliyetler birikim sürecine hizmet etmeye adanır. Böylece üretici emek ile üretici olmayan emek ayrımı da ortadan kalkar. Bu demektir ki kapitalizm bizi sadece emeğin ötesine götürmekle kalmaz, çalışma deneyimi içindeki ayrımların silinerek bu deneyimin “müşterekleşmesi”nin koşullarını da yaratır.

Bu kuramların neden bu kadar rağbet gördüğü ortada. Özellikle bilişsel emekçilere –Negri’nin ve bazı İtalyan eylemcilerin tabiriyle “kognitarya”ya– cazip gelen ütopyacı unsurlar barındırıyorlar. Nitekim bu yeni kuramlarla yeni bir sözdağarı da oluşturuldu. “Proletarya”nın yerine “kognitarya” var artık. İşçi sınıfı yerine, “Çokluk” var; Çokluk kavramının, çalışmanın sosyalleşmesiyle doğan birliği yansıttığı varsayılıyor; iş sürecinin müşterekleşmesini, iş sürecinde işçilerin giderek daha homojen hale gelmesi fikrini ifade ediyor bu kavram.

Dediğim gibi bu kuramın bu kadar yaygınlık kazanmasının sebebi, senelerce eğitim görüp yüksek lisans dereceleri alan ve sonra kültür endüstrisinin ya da bilgi-üretimi endüstrisinin şu veya bu kolunda güvencesiz işlerde çalışan genç bir eylemci kuşağının olması. Bu kuramlar söz konusu kuşak tarafından benimseniyor, çünkü yaşadığımız sefalete ve sömürüye rağmen üretimde ve toplumsal ilişkilerde daha üst bir düzeye doğru ilerlediğimizi söylüyorlar. Bu kuşak, “sabah sekiz akşam beş” rutinine hapis cezası gözüyle bakan işçilerden oluşuyor. Güvencesizliklerinin onlara yeni imkânlar da sağladığını düşünüyorlar. Anne-babalarının sahip olmadığı, hayal bile etmediği imkânlara sahipler. Örneğin günümüzün genç erkekleri, eşlerinin veya sevgililerinin ekonomik açıdan kendilerine bağımlı olacağını varsayan babaları gibi disiplinli değiller. Onlar, ekonomik bağımlılıktan azade ilişkiler kurabiliyorlar. Çoğu kadın için ücretli emek yolu açık ve çoğu, çoçuk sahibi olmayı reddediyor.

Dolayısıyla bu kuram, güvencesiz çalışma nedeniyle yaşadıkları sıkıntılara rağmen bu koşullarda bazı imkânların da var olduğunu kabul eden bir kuşağa cazip geliyor. Onlar işe bu noktadan başlamak istiyorlar. Tam zamanlı istihdam için mücadele etmek gibi bir dertleri yok. Fakat bu konuda Avrupa ile ABD arasında bir fark var. Örneğin İtalya’da, hareket içinde, güvence altına alınmış gelir talebi de mevcut. “İşimiz yok, güvencesiziz çünkü kapitalizmin böyle olmamıza ihtiyacı var, o zaman bunu ödemeli” diyorlar. Güvenceli gelir talebi, 1 Mayıs gösterileri başta olmak üzere çeşitli eylemlerde ifade ediliyor. Milano’da 2004’teki 1 Mayıs gösterilerinde eylemciler güvencesiz işçilerin koruyucusu “Aziz Precario”yu temsil eden pankartlarla yürüdüler. Bu ironik temsil, güvencesiz emeği odağına alan gösteri ve yürüyüşlerin ayrılmaz parçası haline geldi.

Milano’da “Aziz Precario”.

Güvencesiz Emek Eleştirisi

Prekarite kavramı etrafında yapılan çalışmaları küçümsemek gibi bir maksadım yok. Son on yılda yeni bir mücadele türüne tanık olduğumuz ortada. Geleneksel iş yeri kavramının sınırlarını aşan, yeni bir örgütlenme biçimi ortaya çıkıyor. Eskiden iş yeri fabrika veya ofisken, şimdi fabrikadan çıkıp “alan”a [territory] uzanan, farklı iş yerlerini birbirine bağlayan, kökleri alana dayanan hareketler ve örgütler inşa eden bir mücadele var. Güvencesiz emek kuramları, emeğin örgütlenmesindeki ve mücadeledeki bu yenilikleri açıklamaya çalışıyor; yeni ortaya çıkan örgütlenme biçimlerini anlamaya gayret ediyor.

Bu çok önemli. Ama güvencesiz emek denen şeyin vahim bazı eksikleri olduğunu düşünüyorum. Bir kere bu kuram kapitalizmin işleyişiyle ilgili yanlış bir anlayışa dayanıyor. Kapitalist gelişmeyi, daha yüksek üretim ve emek biçimlerine doğru ilerleyen bir süreç olarak ele alıyor. Nitekim Negri ile Hardt, Çokluk kitaplarında, emeğin daha “zeki” hale geldiğini yazıyorlar. Çalışmanın kapitalist örgütlenişinin ve kapitalist gelişimin, sömürünün aşılması için gereken koşulları zaten yarattığını varsayıyorlar. Onlara göre, toplumun mevcut haliyle işlemesini sağlayan kapitalizm denen kabuk, bir noktada kırılacak ve onun içerisinde gelişen imkânlar serbest kalacak. Bu sürecin, üretimin mevcut örgütlenmesinde halihazırda işlemekte olduğunu düşünüyorlar. Bana göre bu, kapitalist küreselleşmenin ve neo-liberal dönemecin sonuçlarını yanlış anlamaya denk düşüyor.

Negri ile Hardt’ın görmezden geldikleri nokta şu: Çalışmanın bilgisayara uyarlanması ve enformasyonun çalışma süreciyle bütünleşmesi için gerekli olan muazzam teknolojik atılımın bedeli, sürecin diğer ucunda sömürünün olağanüstü boyutlarda artması oldu. Bilgisayar işçisi ile, Kongo’da hayatta kalabilmek için elleriyle koltan çıkaran işçi arasında dolaysız bir bağ var: bitmek bilmeyen yapısal uyum süreçleriyle, halkının topraklarının ve doğal kaynaklarının durmadan yağmalanması sonucunda kaynakları gasp edilmiş, fakirleştirilmiş Kongolu işçi arasında.

Temel ilke, kapitalist gelişmenin aynı zamanda daima bir az gelişme süreci olmasıdır. Maria Mies, bunu çok zarif biçimde ifade ediyor: “Kapitalizmin bir kesitinde gelişme olarak görünen şey, başka bir kesitinde az gelişmedir.”

Gayri maddi emek kuramlarında bu bağ tamamen göz ardı edilmiştir; hatta, çalışma sürecinin bizi birleştirdiği yanılsaması kuramın bütününe nüfuz etmiştir. Negri ile Hardt çalışmanın “müşterek oluş”undan bahsettiklerinde ve üretici güçlerin gelişimiyle inşa edilen yeni ortaklıklara işaret etmek üzere Çokluk kavramını kullandıklarında, proletarya dünyasında olup bitenlere gözlerini kapattıklarını düşünüyorum.

Kapitalizmin yaşamları ve çevreyi nasıl tahrip ettiğini görmezden geliyorlar. Üretimde yeniden yapılanmanın, işçi sınıfı içindeki ayrımları ortadan kaldırmaktansa, bu ayrımları yeniden yapılandırma ve derinleştirme amacı taşıdığını görmüyorlar. Mikroçip üretiminin yeni müşterekler yarattığı fikri yanılıtıcıdır. Komünalizm ancak mücadelenin sonucu olabilir, kapitalist üretimin değil.

Güvencesiz Emek ve Yeniden Üretim İşi

Güvencesiz emek kuramına yönelik bir diğer eleştirim de, toplumsal cinsiyet açısından nötr bir görünüm arz etmesi. Üretimin yeniden yapılanmasının, işçi sınıfı içerisinde ücret, cinsiyet ve yaş temelinde var olan iktidar ilişkilerini ve hiyerarşileri bertaraf ettiğini varsayıyor; dolayısıyla bu iktidar ilişkilerini ele almıyor. Negri, Virno veya Hardt’ta ücretin işçi sınıfı içindeki bölünmeleri nasıl örgütlemiş olduğuna ve hâlâ nasıl örgütlemeye devam ettiğine dair tek satır laf yok; keza, ücret mücadelesini, daha ileri bölünmelere yol açmayacak, tam tersine işçi sınıfını birleştirecek bir mücadeleye dönüştürmemizi sağlayacak bakış açısını da sunmuyorlar.

“Çokluk” kavramı, işçi sınıfı içerisindeki tüm ayrımların ortadan kalktığını veya en azından politik açıdan anlamlı olmaktan çıktığını ima eder. Ama bunun bir yanılgı olduğu ortada. Kimi feministler güvencesiz emeğin yeni bir olgu olmadığına dikkat çekti. Kadınlar zaten ücretli emek bağlamında güvencesiz bir konumdaydı.

Fakat benim asıl derdim, güvencesiz emekle ilgili Negrici kuramın, feminist kuram ve mücadelenin en önemli katkılarından birini tamamen es geçmesi: yani, işin baştan tanımlanması, ve kadınların ücretsiz emeğinin kapitalist birikimin kilit kaynaklarından biri olduğu anlayışı. Ev işini, kişisel bir hizmet değil, işgücünü üreten ve yeniden üreten bir İŞ olarak tanımlamakla, feministler Marx’ın ve Marksist kuramın tümden göz ardı ettiği temel bir sömürü zeminini açığa çıkardılar. Bu analizlerin önünü açtığı politik ufuk, şimdi, üretimin mevcut örgütlenişini kavramaya hiçbir katkısı olamazmış gibi, tek bir hamleyle kenara itiliyor.

“Gayri maddi emek” kavramıyla nitelenen çalışma biçimleri arasına “duygulanımsal emek” denen biçimin de dahil edilmesinde, feminist analizlerin belli belirsiz bir yankısı işitiliyor – daha doğrusu, bu analizlere kerhen atıfta bulunuluyor. Gelgelelim, Negri ile Hardt’ın bu noktada akıllarına sadece hostesler veya yemek servisi sektöründe çalışan kadınlar geliyor; müşterilerine sürekli gülümsemeleri beklendiği için onlara “duygulanımsal emekçiler” adını veriyorlar.

İyi de, “duygulanımsal emek” ne demek? Ve gayri maddi emek kuramlarına neden dahil ediliyor? Sanıyorum bunun tek sebebi, elle tutulur ürünler yerine “varoluş tarzları”, yani duygu üretmesi. Daha kaba bir ifadeyle, bence bu, günümüzde toplumsal bir dayanak kazanmış olan ve artık göz ardı edilmesi mümkün olmayan feminizmin ağzına bir parmak bal çalmaya denk düşüyor.

Fakat “duygulanımsal emek” kavramı, feministlerin ev işine dair analizlerini tüm ifşa edici gücünden mahrum bırakıyor. Hatta, yeniden üretim işini yeniden gizemleştiriyor; sanki insanların yeniden üretimi sadece “duygular”, “hisler” üretmekten ibaretmiş gibi bir izlenim uyandırıyor. Eskiden buna “hatır işi, gönül işi” denirdi, Negri ile Hardt bunun yerine “duygulanım”ı keşfetti.

Cinsel işbölümüne, toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinin işlevine, kadınların işgücünü yeniden üretme işini seferber etmek için kapitalizmin ücreti nasıl kullandığına yönelik feminist analizler… bunların hepsi “duygulanımsal emek” kavramı altında kayboluyor.

Negri ve Hardt’ın eserlerinde bu feminist analizlerin göz ardı edilmiş olması, bu kuramın, Çokluk kazanında biraraya getirilen tüm işçilere hitap etme iddiasına rağmen, aslında seçilmiş bir grup işçinin çıkarlarını ifade ettiği yönündeki kuşkularımı doğruluyor. Güvencesiz ve gayri maddi emek kuramı, aslında kapitalist teknolojinin en üst kademelerinde çalışan işçilerin durumunu ve çıkarlarını tarif ediyor. Yeniden üretim emeğiyle ilgilenmemesi, ve tüm emek biçimlerinin bir müşterek oluşturduğu varsayımı, bu kuramın gerçekte işçi sınıfının en ayrıcalıklı kesimiyle ilgilendiği gerçeğinin üzerini örtüyor.

Oaxaca, Bolivya ve Ekvador’daki mücadele örneklerine baktığımızda, en radikal karşı çıkışların hiç de zihin işçileri veya kognitarya tarafından, ya da internet müştereği yoluyla hayata geçirilmiş olmadığını görürüz. Oaxaca halkı, gücünü, onları birbirlerine bağlayan derin dayanışmadan alıyordu. Bolivya’da da suyun özelleştirilmesi sürecini geri döndüren insanların, köklü bir komünal mücadele geleneği vardı. Bu dayanışmayı inşa etmek, aramızdaki ayrımları aşmanın yolunu bulmak, acilen gündemimize almamız gereken bir iş. Güvencesiz emeğin temel sorunu, bizi bölen ayrımları aşmamızı sağlayacak araçlar sunmamasında yatıyor. Halbuki, sürekli yeniden yaratılan bu ayrımlar, sömürüye direnme ve adil bir toplum kurma gücümüzü elimizden alan temel zaafımız.

Silvia Federici’nin 28 Ekim 2006’da New York’ta yaptığı Precarious Labor: A Feminist Viewpointbaşlıklı konuşmanın metninden kısaltılarak çevrilmiştir.

Çeviri: Elçin Gen

Bu yazı e-skop.com sitesinden alınmıştır.

Yoruma kapalı