Kendisini Marksist olarak tanımlayan kimi akademisyen ve yazarlar, Türkiye’de kapitalizmin “aksak topal da olsa” bunca gelişmişken kitlelerin laikçi partileri değil de AKP gibi “dinci” bir partiyi tercih etmelerinin nedenlerini çözümlemeye çalışıyorlar. Öyle ya, normal şartlar altında kapitalizm geliştikçe “dinciliğin” gerilemesi ve laikçiliğin ilerlemesi gerekirdi. Ama öyle olmadı, olmuyor. Bu işte bir terslik mi var ne (!)
Oysa ne diyordu Lenin; “Tıpkı insan bilgisinin ondan bağımsız olarak var olan doğası, yani gelişen maddeyi yansıtması gibi, insanın toplumsal bilgisi de (yani, çeşitli felsefi, dini, politik vs. görüşler ve öğretiler) toplumun ekonomik yapısını yansıtır. Politik kuruluşlar ekonomik temel üzerinde yükselen üst yapıdır.” (1)
Sözünü ettiğimiz akademisyen yazarlar, Türkiye’deki durumun Lenin’in ortaya koyduğu yaklaşıma çok da denk düşmediği görüşündeler, söylemleri bu yönde. Onlara göre, Türkiyeli insanların toplumsal bilgisi hiç de toplumun ekonomik yapısını yansıtmıyor.
Onlardan biri, Sol Gazetesi yazarlarından İzzettin Önder, kendince durumun tuhaflığını şöyle ortaya koyuyor:
“Puritenizm akımının çalışmayı kutsaması, Calvinizmin ise emeği kutsaması görüşünü ruhban sınıfı ve toplumun yüksek sınıfından tüm topluma yayması sürecinin Max Weber yorumu; görünüşte dinsel yaklaşımlarla topluma yayılan fikirlerin, aslında amaçtan bağımsız, hatta istenmeyerek gelişen kapitalizmin ruhuna hizmet etmiş olduğu şeklindedir. Böyle bir yorumu, başka bir açıdan, Batı dünyasında laikliğin yükselişini, ekonomik sürece koşut olarak alt-yapı üst-yapı ilişkisi bağlamında ileri sürmek de yanlış olmasa gerek. Hal böyle iken, Türkiye’de, aksak-topal da olsa, kapitalizmin gelişmesi, hatta dünya kapitalizmi ile daha da ileri derecede bütünleşmesine rağmen din olgusunun giderek laiklik ilkesinden uzaklaşma görüntüsünde, yaygınlaşıp derinleşmesinin sosyolojik bir açıklaması olsa gerek.” (2)
İ. Önder’in yaklaşımı, materyalist olmasına materyalist de, diyalektiği unutan ya da hesaba katmayan kaba materyalizm bu. Kaba materyalizme göre, aynı nedenler hep aynı sonuçlar doğurur. Oysa diyalektik materyalizmde “nedenler” (maddi temel) hareket halindedir; “nedenler” ve etki eden ve “nedenler”in içinde oluştuğu şartlar sürekli değişmektedir. Bu harekete ve koşullardaki değişime bağlı olarak sonuçlarda da değişimler olması kaçınılmazdır.
Evet, Lenin’in dediği gibi, insanın toplumsal bilgisi, yani çeşitli felsefi, dini, politik vb. görüş ve öğretiler, toplumun ekonomik yapısını yansıtır. Lenin’in söylediği açıktır; kendi başına felsefe, din, politika yoktur, bunlardaki değişim ve dönüşümü anlamak için toplumun ekonomik yapısına bakılmalı. Ama bu demek değildir ki belirli bir türdeki ekonomik yapı her zaman, her yerde ve her koşulda aynı tür felsefi, dini, politik görüşlere yataklık eder. “Ekonomik yapı” dediğimiz, nihayetinde belirli türde bir üretim biçimi ve ona tekabül eden üretim ilişkileridir. Belirli türde üretim ilişkileri ve ona denk düşen belirli türde bir toplum biçiminin oluşumu ve gelişimi uzun bir tarihsel süreci kapsar. Onun ortaya çıktığı ama henüz egemen olmadığı, egemen olduğu, egemenliğini pekiştirdiği ve tarihsel ömrünü doldurduğu geniş bir zaman dilimidir bu. 1800′lerde de kapitalist üretim ilişkileri vardı, 1900′lerde de, 2000′lerde de. Buradan yola çıkarak, burjuva üretim ilişkilerinin her üç dönemde de aynı tür felsefi, dini, politik görüşlere kaynaklık ettiğini söylemek saçmalık olurdu. 1800′lerde kapitalizm devrimciydi ve öyle olmak zorundaydı, çünkü feodalizm engelini aşmakla meşguldü. Haliyle o günkü kapitalist ekonomik temele tekabül eden feodalizmle çatışma halindeki dini, felsefi, politik fikirler ilerici-devrimci karakterdeydi. 1900′lerdeki kapitalizm gelişmiş ülkelerde emperyalist bir nitelik kazandı. Dolayısıyla, onu yansıtan egemen dini, felsefi, politik görüş ve öğretideki bu gerçekliğe göre şekillendi: İçeride işçi sınıfını ezme (bazı yerlerde ucu faşizme varan tutuculuk-gericilik-muhafazakârlık) ya da onu reformlarla yatıştırma (sosyal demokrasinin zamanla burjuva bir öğretiye dönüşmesi), dışarıda egemenlik ve ilhak uğruna gittiği yere devrimci demokrasiyi değil, gericiliğin taşınması ve iç gericilikle uzlaşması. 2000′lerin kapitalizmi ise tüm var oluşuyla çürümenin doruk noktasına doğru ilerlemekte, haliyle bu temeli yansıtan egemen fikirlerin tepeden tırnağa çürüme ve kokuşma içinde olması kaçınılmazdır.
Görülüyor ki, görünüşte içerik (üretim ilişkileri) aynıdır ama gerçekte hareket halindeki, gelişen ve bugün tarihsel ömrünün sonuna doğru ilerleyen bir içeriktir bu. Haliyle bu ekonomik temelin yansımasını ifade eden toplumsal bilgi de (din, felsefe, politika vb.) hareket halindeki bir biçimdir. Bundan dolayıdır ki, 1800′lerdeki kapitalizmin yansımasını ifade eden dini, felsefi ve politik görüşlerin 1900′lerin ya da 2000′lerin kapitalizmi koşullarında ortaya çıkmasını beklemek anlamsızdır.
Diyalektiğin ipiyle kuyuya inmeye devam edelim. Dikkate almamız gereken ikinci bir husus var: Ekonomik yapı, üretim tarzı ve üretim ilişkileri dediğimiz şey çelişkili bir yapı, sınıf mücadelesi ile şekillenen bir yapıdır. Bu mücadelede esasen politik ve ideolojik biçimler altında yürütülür.
Bu biçimlerin oluşturucu mayasının sınıf çıkarları olduğu gerçeğini gözardı edenlerin yolunu şaşırması kaçınılmazdır. Lenin’in dediği gibi, “İnsanlar her zaman aldatılmanın ve kendi kendini aldatmanın saf kurbanları olmuşlardır ve herhangi bir ahlâki, dini, politik sosyal safsata, açıklama ve vaadin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece kurban olmaya devam edeceklerdir.” (3)
Sınıf çıkarları uğruna girişilen mücadele çok yönlüdür. Burjuva katmanların kendi aralarındaki mücadelesi; sömürgeci devletle sömürge ulus arasındaki mücadele; sömürgeci emperyalist devletlerin dünyayı paylaşım mücadelesi; emekçi köylülükle proletaryanın egemen sınıfa karşı mücadelesi vb. tüm bu mücadeleler, mücadeleden alınan sonuçlar (yenilgiler ve zaferler ya da uzlaşmalar) ekonomik yapının oluşum süreci üzerinde etki yapar. Dolayısıyla, sınıf çıkarları uğruna verilen bu mücadele, kapitalizmin içinden geçtiği aşamaya ve ülkenin kendine özgü sosyo-politik şekillenişine bağlı olarak o ülkenin dini, felsefi, politik görüş ve öğretilerinin şekillenişinde tayin edici rol oynar. Din, felsefe, politika ekonomik yapının pasif (edilgen) yansıtıcıları değildir, çünkü sınıf çıkarları haliyle sınıf mücadelesi bu biçimler içinde kendini ortaya koyar, kısacası kendiliğinden işleyen bir ekonomik yapı yoktur, sınıf mücadelesi ile şekillenen ve yön kazanan bir ekonomik yapı vardır; ekonomik yapı belirli bir toplum biçiminin tüm tarihi süreci boyunca son tahlilde belirleyici etkendir ama tüm bu süreç boyunca din, felsefe, politika biçiminde dışa vuran sınıf mücadelesi, bu sürecin biçimlenmesinde belirleyici düzeyde etki yapar.
Örneğin, Puriterizm ve Calvinizm Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’da etkili olmuştur da İtalya’da ve İspanya’da Katolik Hristiyanlık bugün bile önemli bir ağırlığa sahiptir. Ya da, kapitalist gelişme Hristiyan ülkelerde laikliği ortaya çıkarmıştır da Müslüman ülkelerde her yerde böyle olmamıştır. Farklılığın nedeni mezheplerin ya da dinlerin yapısal özellikleri değildir. Kapitalizm, Kuzey Avrupa’da egemen üretim biçimi haline geldi. Bu üretim tarzı ile feodal üst yapı arasındaki keskin çelişkiler keskin devrimci dönüşümlere yol açtı. Oysa Güney Avrupa’da bu süreç daha yavaş, evrimci dönüşümlerle ilerledi. Ama Güney’de de işçi sınıfının devrimci basıncı ile laisizm alanı görece genişledi. Müslüman ülkelerin, kapitalist Avrupa ülkeleri tarafından işgal ve sömürgeci saldırılara maruz kalması nedeniyle İslam öğretisi, emperyalist kapitalizme karşı antiemperyalizm bayraklarından biri olarak yükseldi. Dahası, bazı Müslüman ülkelerde laiklik, egemen sınıfın ideolojisi haline geldiği için ezilenler sınıf çıkarlarını din ya da mezhep öğretisiyle dile getirdiler. Bunun nedenlerinden biri de sosyalist kurtuluş fikrini ezilenlerden uzak tutmak için din öğretisinin öne çıkartılmasıydı.
Tam da burada, Gramsci’ye kulak vermekte fayda var: “Maddi güçler içerik, ideolojiler ise biçimdir; biçim ve içerik açısından ancak didaktik bir ayrım yapılabilir; çünkü maddi güçlerin biçim olmaksızın tarihsel olarak kavranması mümkün değildir, ideolojiler ise maddi güçler olmaksızın bireysel heveslerden öteye geçmez.” (4)
CHP gibi AKP’ye de yönelen kitlelerin hareketini “bireysel heves”, “cehalet” vb. ile izah edemeyeceğimize göre, araştırılması gereken asıl konu, Kemalist laikliğe ve AKP tipi politik İslamcılığa içeriğini veren maddi güçlerin ne olduğunu; yoksulların nasıl olup da gerçekte kendi çıkarlarına yabancı bu ideoloji ve politik öğretilerin peşine takıldığını araştırmalı. Bunlardan birini, laikliği otomatikman diğerinin karşısına ilericiliğin alameti olarak dikmek yanlıştır.
Ulusçuluk gibi laikliğin de kendi başına, her zaman geçerli olan “ilerici öz”ü yoktur, tersi de geçerlidir. Onları ilerici ya da gerici kılan söz konusu dönemde, hangi sınıfın çıkarlarına tekabül ettikleri ve hangi sınıfa karşı mücadelenin simgesi olduklarıdır.
Örneğin ulusçuluk, kapitalist üretim biçimiyle ortaya çıkmış bir burjuva ideolojisidir. Ne ki kapitalist üretim biçiminin gelişme aşamalarına tekabül eden farklı, hatta birbirine zıt ulusçuluk hareketleri vardır. Kapitalizm doğuş çağında feodal parçalanmışlığa ve aristokrasinin hakimiyetine karşı ilerici-devrimci-demokratik bir içerik taşıyordu. Kapitalizmin emperyalist aşamasında durum değişti, emperyalist ülkelerde ulusçuluk gerici, yer yer ırkçı-faşist bir içerik kazandı. Emperyalizmin boyunduruğu altındaki ülkelerde ise ulusçuluk aynı zaman diliminde emperyalizme karşı mücadelenin ilerici bayraklarından biri haline gelebiliyordu.
Diğer taraftan, ulusçuluk ve laiklik gibi ideolojilerin hangi maddi içeriklere tekabül ettiğini anlamak için ele alınan tarihsel aşama kadar ele alınan ülkenin ekonomik ve sosyal tarihinin ve sınıf ilişkilerinin aldığı özgün biçimlerinin mutlaka hesaba katılması gerekir. Örneğin; Türk ulusçuluğu ırkçı, asimilasyoncu bir içeriğe sahiptir, Türk egemen sınıflarının elinde ve onların çıkarları doğrultusunda böyle şekillenmiştir. Şimdi egemen sınıfların bir bölümü için, yine sınıf çıkarları gereği yük haline gelmiştir ama kimi burjuva katmanlar için çıkarlarından vazgeçilmez ifadelerinden biri olmaya devam etmektedir. Türk ulusçuluğu için söylenenler Kemalist laiklik için de geçerlidir. Kaldı ki Türkiye’de din ve dinsel kurumlar kapitalist gelişmenin önüne bir engel olarak dikilmediler ki kapitalist gelişmeye bağlı olarak etkisizleşsinler.
Kemalist laiklik, klasik anlamda laiklik bile değil, dinin halka karşı devlet tarafından tepe tepe kullanılması, Aleviliğin asimile edilmesi, Hanefiliğin devlet eliyle Türk uluslaşmasının bir unsuru olarak halka dayatılmasıdır. CHP, tüm bu gerici mirasın taşıyıcısı henüz. Oysa bu miras bugün kapitalist gelişme için de engel artık. CHP, burjuvazinin en gerici, en arkaik unsurlarının partisidir bugün. CHP kendini egemen sınıfa uydurmuyorsa, egemen sınıf onu kendine uydurmak isteyecektir, ya da buruşturup çöpe atacaktır. Emekçiler, neden bu gerici partiyi değil de AKP gibi bir başka gerici partiyi seçti diye gözyaşı döken ve halkın bu tercihinden dolayı teorik açmazlara düşen solcu yazar ve akademisyenleri anlamak, hakikaten güç iş. Kemalizm mikrobunun bu kadar yıkıcı sonuçları oluyor demek ki.
(1)Lenin, Seçme Eserler, Cilt II, İnter Yayınları (Marxizmin üç kaynağı, üç bileşeni makaleleri)
(2)Sol Gazetesi, 31 Mart
(3)Lenin, Age
(4)Gramsci’yi Anlamak, Antonio A. Santucci, S. 154, Kalkedon Yayınları.
* Atılım Gazetesi’nin 25 Nisan 2014 tarihli 118. sayısında yayımlanmıştır.