Egemen zihniyetin, ulus devletin “Tek tip yurttaş” istediği kesin. Tek tip yurttaş oluşturmak için yemediği halt kalmadı.
Lakin bizler de farkında olmadan buna hizmet mi ediyoruz ne?
Bırakalım sokağı, caddeyi, mahalleyi, kenti, Türkiye’yi, dünyayı… O kadar açılmadan evimizin içinde çok kültürlü, çoğulcu davranmayı gerektirecek bir sosyal yapı var. Ama biz bunun farkında bile değiliz. Bir de devletten, egemen zihniyetten şikayetçi oluruz!
Sanırım siyasetin, demokrasi mücadelesinin ve bu mücadelede birlik olmanın temel sorunlarından biri bu?
Kimse bir başkasını anlamak, sorunlarını bilmek, onunla derinlemesine “Tanış olmak” istemiyor.
Türkiye bir avuç elit, ırkçı dışında mazlumlar ve masumlar ülkesidir. Mazlumlar ve masumlar birbirlerinin dilini, kültürünü, tarihini bilmeden, ihtiyaçlarına tanık olmadan nasıl bir araya gelecekler? Ya da tanıyıp da mı bir araya gelecekler? Bir araya gelip de mi tanıyacaklar? Bunca yaşanmışlığa rağmen neden tanımamışlar?… Her ne ise, bizim gözlemimiz Türkiye halklarının ve inanç gruplarının bir birlerini ya hiç tanımadığı ya devletin tanımı üzerinden tanıdığı ya da yeterince tanımadığıdır.
Halklar ve inanç toplumları arasında ciddi bir yabancılaşma hali var. Bu yabancılaşma hali devam ederse ön yargıları ve ezberleri besler ve aradaki mesafe daha da artar. Aydının, sanatçının, örgütlenmenin ve demokratik siyaset yürütücülerinin görevi de budur.
Bu bağlamda aydın, sanatçı, örgütçü ve siyasetçi birlikte yaşadığı halkların ve toplumların tarihini, değerlerini bilmek durumundadır.
Hiç fark etmiyor ister yerelde, ister genelde siyaset yapıyor olun durum değişmez. Kaldı ki toplumsal yapının etnik ve inançsal özellikleri dışında başka özellikleri de var. Gençliğin, kadının sosyal yapısı, psikolojisi, ihtiyaçları da başlı başına dikkati, özeni ve derin bir sorumluluğu gerektiriyor. Ya çocuklar? Büyüklerin anlamak şöyle dursun çoğu zaman yük olarak gördüğü canım çocuklar!
Bu hakikatlere rağmen yaşamı, dünyayı kendinden ibaret sanmak, dışarıya kapalı olmak ve bu durumun hiç de farkında olmamak bir felaket halidir. Felaketin de ötesinde fecaat halidir. Ki bu fecaat hali başımıza ne belalar getirdi, getirme potansiyeli de yüksek. Hemen her an bir yerlerde linç girişimleri, toplumsal hezeyanlar yaşanabiliyor.
Niye ki? Niye olacak? Kendini efendi, birlikte yaşadığı insanları köle sanan ırkçı zihniyet yüzünden! Irkçılıktan kötü bir hastalık var mıdır? İnsanlık ırkçılık karşısında bu kadar bedel ödedi ama ırkçılığın ilacını da buldu. Çoğulculuk, çok kültürlü toplumsal yapı ırkçılığın ilacıdır. Bu ilaca rağmen ırkçılıkta ısrar edenler olacak mı? Zaten var. Devletin ve hükümetlerin Türkiye’de etnik ve inançsal sorunlara yaklaşımı ırkçılık temelinde olmasaydı sorunlar çoktan çözülür ve demokratik bir ülkede yaşıyor olurduk.
Özellikle yerel seçimlerin söz konusu olduğu bu dönemde çok kültürlü yapıyı görmek, anlamak, özen göstermek çok daha gerekli ve önemli. Irkçı kesim daraldıkça siyaseti tekeline almak istiyor. Irkçı kesim daraldıkça hırçınlaşıyor, saldırgan hale geliyor. Devleti yönetme durumundan maddi kaynakları, parayı yağma ve talan etmeyi sanan iktidar anlayışı en mahrem yerine kadar teşhir oldu. Bu kepazeliğe çözüm üretmesi gereken iktidar ve muhalefet birbirlerini az Türkçü, az milliyetçi, az Müslüman olarak suçlayadursunlar, ırkçılığın ilacı çoğulculuktur.
Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tu(n)c muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım?
(Aşık Veysel)
Bu yazı 5 Mart 2014 tarihli Özgür Gündem gazetesinde yayınlanmıştır.