“Sıfır süreli iş sözleşmesi”: Kapımızdaki bir başka düşman – Ecehan Balta

Sıfır süreli iş sözleşmesi, işçinin belirli bir işveren için çalışmayı kabul ettiği, ancak herhangi bir garantili çalışma süresinin olmadığı, bu nedenle ücretin de garanti olmadığı bir çalışma ilişkisi. Bu çalışma ilişkisinde işveren işçilere sadece onlara ihtiyaç duyduğu zaman ücret ödüyor. Güvencesiz çalışmanın son durağı olan bu ilişkide böylece işveren, işçinin tatil, analık izni, sosyal sigorta, çalışmak için beklerken geçirilen boş zaman gibi ücretlerini ödemek zorunda kalmıyor. Ayrıca iş ilişkisi haksız fesih gibi iş güvencesini sağlayan kanunlardan da tamamen arındırılmış oluyor.

İngiltere’de 1996 yılında iş kanununda yapılan değişiklikle çoğunluğu sosyal bakım veren işçilerden oluşan 300.000 kişi (CIPD’ye göre bir milyon kişi) böyle çalışıyor. Bu şekilde çalışan işçi sayısı 2004’te yüzde 4’ten 2011’de yüzde 8’e çıkmış. 2004’te 100 kişi ve fazlasının çalıştığı her 100 işyerinden 11’i bu şekilde sözleşme yaparken bu sayı 2011’de yüzde 23’e dayanmış. Artış büyük oranda otel-restoran sektörü, sağlık ve eğitim alanlarından kaynaklanmış.

Kamu sektöründeki ekonomik kriz sonrası kemer sıkma politikaları sonucu yaşanan küçülme, özel sektöre böyle telafi ettiriliyor. Nitekim özel sektör bu sözleşme biçimini, iş arayanların sayısındaki anormal artışı gerekçe göstererek normalleştirmeye çalışıyor. Aynı zamanda kamu ve sivil toplum “sektörü” de bu iş ilişkisini yine kemer sıkma gerekçesi ile kullanıyor.

Bu sözleşme biçiminin iş ilişkisinin “doğasını” aşan bir yanı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Örneğin McDonalds, sadece İngiltere’de bu sözleşme ilişkisiyle 82.000 kişi çalıştırıyor (Davies, 2013). İşin sürekli, sözleşmenin fiilen geçersiz olduğu bu tip işlerde esas olanın işveren üzerine yıkılan tüm sosyal koruma yüklerinden kurtulmak olduğu açık. Nitekim yine İngiltere’de yapılan bir araştırma bu işçilerin yüzde 38’inin tam zamanlı çalıştığını gösteriyor (CIPD Press Office, 2013).

Sıfır süreli sözleşme, mutlak esneklik ve mutlak kölelik demek. Bu sözleşmeler taşeron ya da kiralık işçi sözleşmelerinden de farklı olarak, aynı anda birden çok işveren için çalışılmasını da engelliyor. Ücretler de bu tip işlerin gittikçe daha fazla “niteliksizleştirilmesine” bağlı olarak; tam zamanlı sözleşmeli işçilerin yüzde 40 altında oluyor.

Tahmin edilmesi zor değil ki, bu şekilde çalışan işçilerin yüzde 56’sı kadın. Hatta kadınların daha az çalışmak istediği için bu tip sözleşmeleri tercih ettiği yazılıp çiziliyor. Bu durum da “küçük çocukları olan aileler, bakım vericiler, öğrenciler gibi kesimlere” daha uygun olarak sunuluyor.  Nitekim kadınlar, hem bakım sorumluluğunun geleneksel üstlenicileri hem de ücretleri ek gelir gibi görülen yedek işgücü ordusunun neferleri olarak, bu sıfır süreli iş ilişkisi içinde gittikçe artan oranda çalışmaya başlıyorlar.

Türkiye’de kanunla tanımlanmış buna en benzer çalışma biçimi çağrı üzerine çalışma. Ancak kısmi süreli çalışmanın bir biçimi olan çağrı üzerine çalışmada işçiler elinde çalıştırılsın ya da çalıştırılmasın haftalık 20 saatlik ücrete hak kazanıyor, haftalık 30, aylık 130 saatin üstünde çalıştırılamıyor ve ücret hesabını yasal asgari ücrete oranlayarak yapmak zorunda. Aynı zamanda çağrı üzerine çalışma, işverenin sosyal güvenlik yükümlülüğünü ortadan kaldırmıyor.

Ekonomik kriz ve kamudaki küçülme bahane edilerek artan güvencesiz çalışma biçimleri, bütün araçlarıyla hayatı bir bütün olarak güvensiz hale getiren kapitalizmin köleleştirici mantığının barbar göstergeleri. Taşerona, esnek çalışmaya, güvencesizliğe karşı durmazsak, aynı çalışma haftasının 10 saate indirilmesinin işçi sınıfının mücadelesi ile kazanılması gibi, sıfır süreli iş sözleşmesi de bir epidemi gibi yayılacak.

Bu yazı http://baslangicdergi.org/ sitesinden alınmıştır.

Yoruma kapalı