Seçim sonuçlarına ilişkin -özellikle sosyal medya üzerinden paylaşılan yorumlara bakıldığında- AKP’ye oy vermemiş belirli bir kesimde genel olarak moral bozukluğunun ve hatta öfkenin hakim olduğu görülüyor. Bu öfke bazen sadece AKP’ye değil, AKP’ye oy verenlere de yöneliyor.
Sıkça sorulan soru şu: “Nasıl olur da bu kadar insan bunca şeye rağmen AKP’ye oy verir?”
Özellikle sosyal medyaya bakacak olursak, AKP’ye oy vermeyen birçok kişi için bu sorunun cevabı AKP’ye oy verenlerin “cahil” olduğu. “Gerçekleri bir türlü göremeyen ve/veya görmek de istemeyen cahil” AKP’liler! Bu yaklaşımın özellikle sosyal medyada çok daha küçümseyici çok daha ağır kelimelerle dolaşıma sokulduğunu belirtmeme gerek yok sanırım.
Peki gerçekten öyle mi?
Her şeyden önce şunu söyleyelim; insanların yaşam tarzları da siyasi tercihleri de doğuştan gelen özellikler değildir. Yani bugün AKP’ye oy veren insanlar yarın yine AKP’ye oy verecekler diye bir kesinlik söz konusu değildir. İnsanlar değişir. Toplumsal yaşam durağan değildir. Değişim bazen bizim beklediğimiz gibi olmaz. Bazen yavaş olur. Bazense birikerek ilerlerken beklenmedik bir anda beklenmedik bir hızla gerçekleşiverir. Ama değişim illa ki olur. Elbette değişimin yönü sadece nesnel süreçler tarafından belirlenmez; burada özneye de büyük rol düşer.
Biz bunu yakın zamanda Tekel işçilerinin eyleminde yaşamadık mı? Tekel işçilerinin içerisinde AKP’ye oy verenler yok muydu? Oy verdikleri partinin uyguladığı bir dizi politikanın doğrudan muhatabı olduklarında hiç tanımadıkları ve o güne kadar terörist bildikleri sosyalistlerle aynı çadırda yemeklerini, battaniyelerini, çaylarını paylaşmadılar mı? Biz bunu Gezi Direnişi’nde yaşamadık mı? Ne zamandır içten içe biriken toplumsal tepki -çoğumuzun öngörmediği bir anda ve öngörmediği bir sebepten- tarihsel bir dönüm noktası olarak nitelendirilebilecek boyutta bir patlamayla bütün Türkiye’yi sarmadı mı? Hele ki Antikapitalist Müslümanlar diye bir oluşumun ortaya çıkacağı ve Gezi Direnişi’nin tam ortasında yer alıp sosyalistlerle birlikte Kandil kutlaması yapacağını gözlerimizle görmesek inanır mıydık? O halde ne insanlar ne de toplum durağandır; dışarıdan öyle görünüyor olsa bile.
Bu bakış açısı bize AKP iktidarı ile AKP’ye oy verenleri birbirinden ayırmayı sağlar. Yani AKP’ye oy verenleri düşman hattına yerleştirmemek ve onlarla bir şekilde temas halinde olmak. Burada elbette AKP’ye oy verenler arasında herkese ulaşmak gibi fantastik ve gereksiz hedeflerden söz edilmiyor. Kast edilen AKP iktidarının kendisi ve AKP iktidarının “kemikleşmiş” kitlesi ile AKP’ye bir takım sebeplerden oy veren ezilen ve sömürülen kitlelerin aynı kefeye konmaması. Buna özellikle sol özen göstermelidir. Mücadelenin AKP’ye oy verenlere değil, AKP iktidarına karşı olduğu açıkça gösterilebilmelidir. Çünkü solun başarısı -asıl olarak- zaten sol içerisinde yer alan ya da sola yakın duran unsurların örgütlemesinden değil -bu önemsiz olmamakla birlikte daha çok- solun uzanamadığı kitlelerin solla bir şekilde ilişki kurmasının sağlanmasından geçmektedir.
Peki; “AKP’ye oy verenler cahil mi?”
AKP’ye oy verenlerin büyük kısmının işçiler, emekçiler, yoksullar olduğunu akılda tutmalı ve bu kesimlerin neden AKP’ye oy verdikleri ön kabullerden uzak anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bence soruyu “söz konusu kitleler neden AKP’ye oy veriyorlar” diye değil de “neden diğer partileri bir alternatif olarak görmüyorlar” diye sormak da anlamlı olabilir. Soru böyle sorulduğunda; “her şeye rağmen AKP’yi destekleyen kitleler”, “bunca şeye rağmen diğer partileri alternatif olarak görmeyen kitleler”e dönüşür. Aslında iki yaklaşımda da doğruluk payı olduğu muhakkak. Yani ya birincisi ya da ikincisi diye bir durum yok.
Burada birkaç kısa tespit yaparsak; AKP’nin 2000’li yıllar boyunca iktidarda kalabilmesinin ve iktidarını perçinlemesinin arkasında -genel bir değerlendirmeyle- (1) bir yanıyla kitlelerden aldığı desteğin (2) bir yanıyla uluslararası konjonktürün (3) bir yanıyla Türkiye’nin kurulduğu günden beridir çözülemeyen yapısal sorunlarının (4) bir yanıyla Türkiye siyasetinin –hem askeri darbeler hem de sivil hükümetler tarafından- dizayn edilmiş yapısının (5) bir yanıyla Türkiye ve uluslararası sermayenin çıkarlarının (6) bir yanıyla medya desteğinin (7) bir yanıyla diğer partilerin (veya siyasi hareketlerin) alternatif olarak algılanmamasının (8) bir yanıyla “dışarıdan” gelen her türden eleştiriyi iktidara yönelik değil kendi yaşam tarzına-kendi siyasi iradesine yapılan bir saldırı olarak algılama ve daha da kemikleşme yönündeki psikolojinin payı olduğu belirtilebilir. Bunlara tek tek bakmak yazının boyunu da niyetini de aşar.
Yukarıda sıralanan saiklerin her birinin AKP’nin iktidara taşınmasında ve iktidarını sürdürmesinde belirli ölçülerde pay sahibi olduğu muhakkak. Ancak bunlar içerisinde belki de en önemlilerinden biri yukarıda sorduğumuz soruyla ilgili olan kısmı olsa gerek. Yani AKP’ye oy veren işçilerin, emekçilerin, yoksulların diğer siyasi partileri ve hareketleri -bugün için- bir alternatif olarak görmemesi.
AKP seçmeninin önemli kısmının CHP ve MHP’yi bir alternatif olarak görmemesinin anlaşılır yanları bulunabilir. Çünkü bu (ve benzeri) partiler 2002 öncesinde bir şekilde denenmiş ve yıpranmış partilerdi. Ve yine 2002 sonrasında da AKP karşısındaki pozisyonları sorunluydu ve büyük oranda AKP’ye oy veren kitlelerin “dışarıdan” gelen her türden eleştiriyi iktidara yönelik değil kendi yaşam tarzına-kendi siyasi iradesine yapılan bir saldırı olarak algılama ve daha da kemikleşme yönündeki psikolojisinin asıl zuhur ettiği dönemdi. AKP de bu süreci (ve bu süreçte kendisine yönelik muhalefetin kutuplaştırıcı dilini) kendi lehine çevirecek şekilde kullanmaktan geri durmayacak ve kitlesini kendine bağlamayı başaracaktı. Şöyle düşünün; bir kesim siyasi bir tercihte bulunuyor ve yıllar boyu tercih ettiği siyasetin önüne “dışarıdan” sürekli bir engel çıkarılıyor algısı da buna eşlik ediyor. Önce 90’ların ortalarında yükselişe geçen Refah Partisi’nin 28 Şubat darbesiyle iktidardan indirilmesi, bu arada Fazilet Partisi’nden Merve Kavakçı’nın Meclis’e girmesi ve Bülent Ecevit’in buna tepkisi gibi gündelik olaylar, ardından 2002 seçimleriyle beraber iktidara gelen AKP’ye karşı askeri darbe planları yapıldığı söyleminin sürekli dolaşımda olması, 27 Nisan e-muhtırası, en son Cemaat eliyle servis edildiği ileri sürülen tapeler… Söz konusu algının oluşmasına zemin hazırlayan bu koşullar dikkate alındığı ve AKP’nin bu algının oluşmasında ve iyiden iyiye kökleşmesindeki rolü gözden kaçırılmadığı ölçüde hem “Nasıl olur da bunca şeye rağmen bu kadar insan hala AKP’ye oy verir?” sorusunun hem de “Bunca şeye rağmen nasıl oluyor da diğer partiler hala alternatif olarak görülmez?” sorusunun yanıtı daha anlamlı bir izaha kavuşabilir.
Kaldı ki siyasal rekabet açısından bakıldığında da AKP’ye oy verenlerin büyük kısmının gözünde CHP ve MHP -bugün için- bir alternatif olamayabilir. Çünkü hem CHP hem de MHP program düzeyinde de AKP ile önemli bir fark arz etmiyor. Eğer CHP ve MHP’nin programları ile AKP’nin programı yan yana koyulup karşılaştırılırsa neredeyse kelimelerin ve cümlelerin bile aynı olduğu görülür. Şimdi hemen akla şöyle bir soru gelebilir: “İyi de parti programlarını kaç kişi okur ki?” Parti programlarını çoğu kişi okumaz ama partiler söylemlerini programları üzerine inşa ederler. Hatta öyle ki ne kadar popülist olursa olsun partilerin bütün söylemleri-bütün vaatleri gerçekten de programda yer aldığının ötesinde değildir. Dolayısıyla seçmen programı okumasa da partileri bu açıdan genel bir değerlendirmeye tabi tutabilir. Velhasıl; AKP, CHP ve MHP arasında program düzeyinde bir farklılık olmaması, üstelik CHP ve MHP’nin geçmişte bir şekilde “denenmiş” olması, AKP’nin uluslararası ve ulusal anlamda konjonktürel fırsatlar da dahil görece uygun bir zeminde aynı programa sahip üç parti içerisinde daha avantajlı bir konumda olması ve bir önceki paragrafta işlenen “dışarıdan tehdit” algısının oy verenler ile parti arasında bir şekilde özdeşleşme sağlaması beraber değerlendirildiğinde karşımızdaki tablo daha iyi anlaşılır.
Bir de şu eklenmelidir; AKP ilk dönemde “merkeze oynuyordu” ve bu yüzden içinde büyük oranda geleneksel “sağ” unsurlar yer alsa da kimi “liberal” ve “sosyal demokrat” unsurları da barındırıyordu. Oysa aradan geçen zaman içerisinde bu unsurlar AKP ile yollarını ayırdılar ve AKP de bu ayrılıktan gayet memnun gözüktü. Böylece en güçlü olduğu bir dönemde daha homojen bir yapıya dönüşme fırsatını yakaladı. Son dönemde olan biraz da bu. Ve AKP homojen bir partiye dönüştükçe -varsa- parti içerisindeki farklı seslerin zayıflaması ve hatta hiç çıkmaması beklenir. Bu durum partiyi merkez bir parti ya da geniş kitlelere hitap eden bir parti görünümünden daha homojen bir kitlenin partisine dönüştürmektedir. Hal böyle olunca da belki ilk dönemler sadece “icraata bakan” kimi unsurlar “her şeye rağmen” partisini destekleyen birer “partizan”a dönüşebilmektedirler. Bu da en azından daha homojen bir görüntü vermeyi sağladığı ölçüde algılara hitap edebilir ve oyların AKP dışında başka bir alternatife kaymasını önleyici etki yaratabilir.
Bütün bunlar tamam da yapbozun önemli bir parçası hala eksik. O da aslında bu yazının dikkat çekmek istediği asıl nokta. AKP’ye oy verenlerin büyük kısmı işçiler, emekçiler, yoksullar, kırsal nüfus, göçle kentlere gelenler. Örneğin AKP ve CHP’nin en çok oy aldığı bölgelere bakmak bile -sosyolog olmayı gerektirmeyecek ölçüde açıklıkla- AKP ile CHP tabanı hakkında bir fikir verebilir. CHP kent merkezlerinde ve kıyılarda yüksek oy oranlarına sahiptir ama AKP merkezden değil yüksek oranda çevreden oy almaktadır. Örneğin CHP İstanbul’da büyük oranda Kadıköy, Beşiktaş gibi merkezlerden oy almaktadır ve buralarda yaşayanların büyük çoğunluğu hani “orta sınıf” ya da “beyaz yakalı” diye tabir edilen kesimlerdir. Oysa AKP İstanbul’un çevresindeki semtlerden oy toplamaktadır. Bu noktada AKP’ye oy veren kesimler açısından -adı böyle konulmamış olsa da- CHP’ye (ve CHP ile aynı hatta olduğu düşünülen diğer siyasi figürlere ya da siyasetlere ya da bu hatla özdeşleştirilen yaşam tarzına) yönelik -bir anlamda- “sınıfsal” bir tavır alış olduğu çıkarımına varılabilecek izler bulmak mümkündür. AKP’ye oy veren kesimler açısından algı CHP’nin ve CHP’de simgeleşen yaşam tarzının “elitlere” ait olduğu olabilir.
O halde yukarıda sorduğumuz soruya; yani “Nasıl oluyor da bu kadar insan bunca şeye rağmen hala AKP’ye oy veriyor?” sorusuna “cahil oldukları için” cevabını vermekten imtina etmemek sadece AKP’ye oy vermiş işçi, emekçi, yoksul kitleleri rencide etmek anlamına gelmez aynı zamanda çok da yerinde bir tespit olmamış olur.
Peki şöyle bir soru sorulamaz mı; “AKP’ye oy veren işçiler, emekçiler, yoksullar neden solu bir alternatif olarak görmüyorlar?”
Hemen belirteyim ki sol derken kast ettiğim CHP (ve benzerleri) değil. Sol derken neyi kast ettiğimi tek tek partileri ve hareketleri sıralayarak ya da uzun uzadıya açıklamalar yaparak anlatmayı bir kenara bırakıyorum ve nasıl olsa ilerleyen satırlarda soldan kastımın ne olduğu –en azından genel hatlarıyla- açığa çıkar diye düşünüyorum.
İlk önce şunu not edelim; solun her dönem her yerde kah ideolojik kah askeri yöntemlerle ya bastırılmaya çalışılmış, yapılamadıysa marjinalleştirilip terörize edilmiş olduğunu unutmayalım. Kapitalizmin ve devletinin temel derdi budur. Türkiye’nin “batısına” bakıldığında da aynı durum geçerlidir. Yani ideolojik olarak marjinalleştirme veya terörize etme, olmayınca da askeri darbe ile bastırma. Sonuç olarak sol, 1980 sonrasında ne niceliksel ne de niteliksel anlamda önemli bir alternatif olabilmiştir. Kaldı ki gerçek bir alternatif olabilmek için belirli bir sürekliliğe sahip olmak da çok önemlidir. Ne yazık ki sol böylesi bir sürekliliği sağlayamamış; 80 öncesi ile sonrası arasındaki bağ kopmuştur. 90’larda yeniden toparlanmaya çalışan sol 90’ların sonlarında ya da 2000’lerde bugünkü görünümüne kavuşmuştur denilebilir. Bunun böyle olmasının sebepleri sıralanabilir; solun kendinden kaynaklı sorunlarının sonucu olarak mı yoksa sermayenin ve devletin saldırıları sonucu olarak mı sürekli ve önemli bir alternatif olamadığı tartışılabilir ama burada bu tartışmaya girmeden -nedenlerle değil- sadece sonuçlarla ilgileniyorum.
Solun o ya da bu sebepten sürekliliğini sağlayamamış ve niceliksel ve niteliksel bir alternatif olmayı başaramamış olduğu 80’ler ve 90’lar tam da neoliberal-muhafazakar-milliyetçi tahakkümün hüküm sürdüğü yıllardır. Yani sol ne kadar zayıfsa neoliberal-muhafazakar-milliyetçi ideoloji ve örgütlenmeler o kadar gücünün doruklarındaydı. Bu bir.
İkincisi; aslında neoliberal tahakkümün sürdüğü 80’li ve 90’lı yıllar -başta sol olmak üzere her türden muhalefet bastırılmış olsa da- hiç de pürüzsüz geçmemiştir. Çünkü Türkiye’nin kuruluşundan beri var olan ve sürekli ertelenen -ekonomik, politik, sosyal, kültürel her alanda var olan- yapısal sorunlar bu dönemde hasıraltı edilemez olmaya başlamış ve yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Kaldı ki neoliberal politikaların katalizör işlevi görmesiyle bu sorunlar toplumdaki -özellikle de alt sınıflardaki- memnuniyetsizliği artırmış ve bu çerçevede merkez partilerin çözüm olamayacağı anlaşıldıkça bunların dışında alternatif arayışları gündeme gelmeye başlamıştır. İşte sorun buradadır; “normal koşullarda” sol için toplumsal tepkilerin örgütlenerek bir muhalefet hattının örülmesi fırsatının doğduğu koşullarda Türkiye’nin “batısında” sol etkisiz kalmıştır. Solun toplumsal tepkileri örgütleme kapasitesi olmadığı ölçüde boşluğu başka organizasyonlar doldurmuştur. Özellikle kırsalda ve kentlerin alt sınıflarının yaşadığı çevre bölgelerde “dinsel” söyleme ve pratiklere dayalı bir takım örgütlenmeler ve cemaatler devreye girmiş ve askeri darbenin ve ardından gelen sivil hükümetlerin bu örgütlenmelere sağladığı elverişli zeminde toplumun bu kesimlerinin -varsa- “hazır” muhafazakar değerleri daha da canlandırılmış ve nihayetinde “dinsel” gruplaşmalar günbegün güçlenmiştir. Tabii ki bu tarz örgütlenmelerin gücü ve etkisi de uzanabildikleri yere kadardır. Ama yine de solun da etkili olmadığı koşullarda bugünün AKP’sini yaratacak taban bir şekilde ortaya çıkmış oluyordu. Bu da iki.
Şimdi yukarıdaki iki paragraftakileri toparlayalım. Solun alternatif olamadığı koşullarda cemaatler ya da “dinsel” söyleme ve pratiğe dayalı örgütlenmeler 80’ler ve 90’lar boyunca güçlenebildi ve toplumun belirli kesimleri üzerinde etkili olabildi. Türkiye’nin bu döneminde merkez partilerden memnun olmayan ve belki “hazırda” muhafazakar değerlere sahip olan -özellikle kırsalda ve varoşlarda yaşayan- belirli kesimleri bu tarz örgütlenmelerin etkisi altına girdi. İşte bunlar ilk önce 90’ların ortalarında Refah Partisi’ni ve ardından 2002’de AKP’yi iktidara taşıyan asıl tabanı oluşturdu.
Tabii bütün bunlar olurken -hadi ANAP, DYP, MHP vb zaten tamam da- CHP (belli bir dönemdeki ismiyle SHP) ve DSP gibi partiler işçilerin, emekçilerin, yoksulların, Kürtlerin, Alevilerin vb sorunlarına esaslı çözümler bulmak yerine tam bir neoliberal, tam bir milliyetçi çizgi tutturarak birer “devlet partisi” olma göreviyle donandılar ve “devletin bekasına yönelik bu tehditlere” karşı hınçla devleti savunma pozisyonuna geçtiler.
Uzun sözün kısası ilk başta sorduğumuz soruyu bir kez daha soralım: “AKP’ye oy verenler cahil mi?”
Bu sorunun cevabı şu soruya verilen cevapta saklı: “Aynı halk farklı koşullarda birbirinden çok farklı tutumlar alabilir mi?”
Mesela bakınız 80 öncesi Türkiye’sine. Solun, 70’ler boyunca kentlerin varoşlarında, işçilerin, yoksulların ve ezilenlerin olduğu yerlerde ciddi bir alternatif olarak ortaya çıktığı koşullarda “aynı halk” ile ne mucizeler yaratmış! Üstelik bugün AKP’nin oy rekoru kırdığı yerlerde!
Mesela bakınız Kürdistan’a. Bütün bir 80’ler, 90’lar ve 2000’ler boyunca süren savaşın ortasında ve her anın mücadeleyle geçtiği son otuz yılda görece muhafazakar bir halk ne mucizeler yaratmış! “Aynı halk” nasıl da kendi kabuğunu kırmış, nasıl da kadınlar toplumsal yaşamda öne çıkmış, nasıl da özgürlük, eşitlik, barış, ekoloji, cinsel yönelim vb konularda büyük bir zihniyet devrimi yaşamış! Üstelik “doğulu” bir halk, İzmir’in Kadıköy’ün doğusunda olan “Ortadoğulu” bir halk!
Mesela bakınız Gezi Direnişi’ne. “Aynı halk” değil miydi oradaki de. Hani Türkiye’deki insanlar kendilerini en çok hangi hayvana benzetmişlerdir diye sorsak Gezi Direnişi’ne kadar “koyun” derdik. Ama “aynı halk” yani “koyun halk” orada Taksim Meydanı’ndan devleti kovdu ve günlerce komünal bir hayat kurdu.
Demek ki “aynı halk” farklı koşullarda “farklı bir halk” olabiliyormuş! Eğer değişim olmasaydı “aynı halk” her zaman her yerde “aynı halk” olmalıydı ama olmayabiliyor. Bir dönemin “cahili” başka dönemin “yol göstereni” olabiliyor. Böyle bir durumda da toplumun belirli kesimlerine “cahil” demenin asıl cehalet olduğu ortaya çıkıyor. Ki cehaletin en kötüsü kendini akıllı sanan cehalettir.
Velhasıl demem o ki; (1) AKP’ye oy verenlerin büyük kesiminin işçiler, emekçileri, yoksullar, kentlerin çevrelerinde yaşayanlar, dışlanmışlar olduğunu göz ardı etmeyelim. (2) İnsanların ve toplumların değişebileceklerini ve doğru müdahale ve mücadele ile bu değişimden olumlu sonuçlar alınabileceğini göz ardı etmeyelim. (3) Velev ki “cahil” olsunlar sol ne zamandan beri ezilen sömürülen kitlelerin üzerini “cahil” oldukları gerekçesiyle çizer oldu! Velev ki cahil olsunlar –ne sanıyoruz ki- onlara “cahil” deyince ikna olup hak verecekler ve “doğru yolu” mu bulacaklar?
Son söz; değişimi unutmamak gerek. İktidarla iktidara oy vereni bir tutmamak gerek.