Bu yazı “ana akım medya”dan 282 tane maden işçisinin öldüğü, Soma’da madenin içinde yangın olduğu ve arama kurtarma çalışmalarının yapılamadığı gibi seslerin altında yazılıyor. Böyle bir durumda yazı yazmanın boğaza bıraktığı bir düğüm var. Bu düğüm can yakıyor. Yazmamak da gerekir belki de… Ama o da olmuyor; çünkü o kadar “büyük” değil duygularımız; içimize atamıyoruz; yazıyoruz; dertleşmek istiyoruz.
Ölümün kendisi çok büyükken böylesine bir “katliam”ı düşünmek ağır geliyor. Ölümle yüzleşiyoruz yine; bazılarımızın “cennetle” bazılarımızın “cehennemle” bazılarımızın ise “karanlık bir boşlukla” hayal ettiği ölümün yakıcılığıyla yüzleşiyoruz. O “kara yüzlerin” alın teriyle, emek vererek geçirmeye çalıştıkları hayatlarıyla yüzleşiyoruz. O “kara yüzlerin” sevenlerinin gözyaşlarıyla yüzleşiyoruz; bir annenin, eşin, çocukların gözyaşlarıyla… Bir parçasından hayatımıza değen bu yüzleşmeler, nefes alışverişimizi değiştiriyor. Bunun ne kadar korkunç bir şey olabileceğini hissediyoruz.
Daha sonra, ölümden dönmüş bir işçinin “tertemiz sözcükleriyle” daha da güçlü duygular hissediyoruz. Henüz madenden yeni çıkarılmış, hayatı yeni kurtarılmış bir işçinin ambulansa bindirilirken sedyedeki “beyaz” çarşafı kirletecek kömür ve çamura bulaşmış çizmelerinden dolayı “çizmelerimi çıkarayım, sedye kirlenmesin” diyen sözleri… Belki de hayata karşı mahcup oluyoruz, belki de kendi yaşadığımız olaylar aklımıza geliyor ve bunların anlamını sorguluyoruz. Sonrasında ben nasıl bir insanım, diyoruz. Bedenimizi bile taşımakta zorlandığımız anlarda daha bir ağır geliyor, “o anın” sarsıcı etkisi, en derine dokunuyor.
Bunun bir “ölüm” olmadığını bir “cinayet”; bir “katliam” olduğunu düşünüyoruz sonra. Çünkü gerekli önlemleri almayan ve maden işçilerinin ölümüne “ölüm bu mesleğin kaderinde var” diyen aklın yönettiği bir ülkede olduğumuzu hatırlıyoruz. “Kârına kâr katmanın” insan hayatından, duygularından daha önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü “kârına kâr katan” o büyük “patronların” ölen kara yüzlerin hiçbiriyle yüz yüze gelmediğini biliyoruz. Buna öfkeleniyoruz. Buna katlanamıyoruz. Nasıl aşağılık bir düzen, diyoruz.
Bir şey yapmalı diyoruz sonra. Sokağa çıkmak, ses vermek gerek diyoruz. Onlar oluyoruz, yüzler oluyoruz, binlere dönüşüyoruz çok geçmeden. Karşımıza ise “tek tip” giyinmiş, kendilerine “polis” diyen, eli yüzü bize benzeyen ama “nefes alışından, duruşuna” bizden çok farklı olan onlarca “şey” dikiliyor. Ellerinde tabancalarıyla, giydikleri zırhlı elbiseleriyle birkaç dakika sonra her yeri cehenneme çevireceklerini düşünen bu “şey”lerin ne kadar iğrençleşebileceklerini gördükçe başa, nasıl bir düzen bu, sorusuna geri dönüyoruz. İnsanların katledilmesi istemeyen insanları katletmeye çalışan bir düzende “yaşam, aşk, sevgi, dostluk” nasıl temiz kalabilir, diyoruz. Sonrasında da öfkeleniyoruz.
Öfkeleniyoruz ama öfkemizin kaynağı ise “onların” şiddeti falan sanılmasın. Kaynağımız, duygularımızı besleyen “sömürüsüz”, “eşit”, “özgür” bir yaşam kurabileceğimize olan; o “kara yüzlerin” emeklerini, sevgilerini, aşklarını, dostluklarını, hayatlarını “kâr hırsında olan” bir patrona vermeden yeşertebilecekleri bir hayatın mümkün olabileceğine olan inancımızdan, hasretimizden başkası değil. “Beyaz” çarşafı temiz; “kömürlü ve çamurlu” çizmelerimizi pis sanarak, gösterdiğimiz yüce gönüllüğümüzle, yeni bir yaşamı kurabileceğimize inanmamızdan başkası değil. İnanıyoruz, o yaşamı kurmaya. O yaşamı kuracağımız alanlar ise çok belli, dün Taksim’de birbirini tanımayan binlerce yüzün, birbirini tanıyan ve düşene uzanan “ellerinden” başkası değil; yan yana gelerek, el uzatarak, omuz vererek, birlikte gözyaşı dökerek, birlikte haykırarak, o güzel sloganın gerçekliğini görerek belki de: “Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz!