Büyük amcamın oğlu Ahmet, paraşütçü olmuş ve çıkartma günü atlarken havada vurulup yaralanmıştı. Komşular ziyarete geliyordu ve, “Ahmet Büke vurulmuş ha,” diye konuşuyorlardı. Birkaç kere, “Ben vurulmadım, vücudumda delik yok,” diye salonun ortasında ağlayarak don gömlek soyunduğumu hatırlıyorum.
Çocukken yalnız kalmak istediğim zaman divan altına saklanırdım. Kalın döşekliğin etekleri altında ahşap kokusu, yarı karanlık ve sessizlik tam istediğim kıvamdaydı. Orası benim uzay gemimdi ve herkesten, her şeyden yeterince uzaklaşabiliyordum. Fakat nereye kadar? Annemin gırgırı halının üzerinde sürmesine kadar.
Bir de şunu hayal meyal hatırlıyorum. Geceleri elektrikler kesilirdi. Sadece tek bir mum yakılırdı ve perdeler sıkı sıkıya kapatılırdı. Işık sızan evleri bekçiler camlarına vurarak uyarırdı. Dışarıda kalan birkaç aracın farları krepon kâğıtlarıyla kaplıydı. “Karartma var,” diyordu babam. Kıbrıs Harbi. Büyük amcamın oğlu Ahmet, paraşütçü olmuş ve çıkartma günü atlarken havada vurulup yaralanmıştı. Komşular ziyarete geliyordu ve, “Ahmet Büke vurulmuş ha,” diye konuşuyorlardı. Birkaç kere, “Ben vurulmadım, vücudumda delik yok,” diye salonun ortasında ağlayarak don gömlek soyunduğumu hatırlıyorum. Annem beni kucaklar, “O amcanın oğlu. Ahmet Abin. Aynı adı soyadını taşıyorsunuz sadece. Üzülme sen,” derdi. Ama geceler karanlık ve sıcaktı. Üstelik komşu teyzeler yemek üstüne şekerli kahvelerini içtikten sonra durmadan konuşuyor ve arka arkaya uykuya dalıyorlardı.
Birkaç defa da jetler geçti alçaktan.
İşte o zaman, herkes gerçekten korkmaya başladı.
Dedem, “Ben harp gördüm. Allah bir daha yaşatmasın bize,” diyordu. Babaannem, “Yunan askerinden çekmedik çetelerden çektiğimiz kadar,” diye yüz defa dinlediğim lafları yine anlatıyordu.
“Para için adam kesenden hayır gelir mi? İki kurşunu düşmana, üç kuruşunu sana. Geldiler, sizde para vardır diye babamı dövdüler. Babam, ‘Ağalar, ben burada Kuvva’nın kurucusuyum,’ dese de dinleyen olmadı. Allah İsmet Paşa’dan razı olsun. Hepsini sürdü attı…”
Mum dibe doğru indikçe cızırdamaya başlar. İşte o zaman annem yenisini getiriyordu küçük odadan.
Karanlık çoğunluk olunca, korku hikâyeleri anlatılmaya başlanır bir de. Nedense, herkes hem korkar hem de bayılır buna.
Arap Hatçam Teyze’ninkiler en fenalarıydı bana kalırsa.
Çoban Ali mesela.
Çoban Ali, fakir bir Rum çocuğuymuş. Nasıl adı Ali oluyorsa artık, onu bilmiyoruz! Anne ve babası erkenden ölünce çocuğa sahip çıkan olmamış. Ormancı beyler çocuğu kara işçi olarak almışlar. Ama bir gün zor zahmet üç kişinin yığdığı tomruklar ipten kurtulunca, Ali’nin iki ayağını da ezmiş geçmiş. Nasılsa ölür bu diye, çocuğu derenin içinde bırakmışlar. Ali ölmemiş. Allah ona keçi ayakları vermiş. Böylece beline kadar keçi, üstü insan olan bir yaratık olmuş. Ali ormanda, dağda dolaşır, çaldığı kavalla sürüleri ürkütür, yoldan çıkarır, uçuruma ya da çaya düşüp ölmelerine sebep olurmuş. Bir de aniden insanların karşısına çıkıp onları korkuturmuş.
“Annemin de yoluna çıkmış,” dedi bir defasında Arap Hatçam Teyze.
“Annem koyunları sağmış. Gebe haliyle, iki elinde bakraçi Tekke deresinden çıkarken karşısında belirivermiş. Keçi ayakları üzerinde tepinmiş, zıplamış. Sonra elindeki kavalı çamın beline vurmuş. Bir daha vurmuş, bir daha.. Annem bir bakmış ki, bakraçlardaki sütler yoğurt olmuş. Başı dönmüş korkudan. Bacak arasından kan damlamaya başlamış. Çoban Ali yere eğilmiş, iki eliyle toprağı avuçlamış ve annemin üzerine serpmiş. Annem bir bakmış ki, yoğurt karaya dönmüş. Sonra acıdan içi geçmiş, bayılmış. Ayıldığında komşular başındaymış. Ne olduğunu anlamışlar. Annem düşük yapmış. Bebeyi tek tek alıp ellemişler. Ölüymüşüm. Dedem, akıllı adammış. Yoğurtla sıvayın onu kadınlar demiş. Beni bakraca batırmışlar. Her yanımı kara yoğurtla ovmuşlar. Nefes almaya başlamışım. Ama ana bağını iki gün kesmemişler. Anneme yoğurttan yedirmişler. Sonra kara ekmek bıçağıyla kesmişler bağı. Ağlamaya başlamışım o zaman.”
İşte bunu ne zaman anlatsa, ortalık buz keserdi. Zaten harp de vardı kapıda. Dedem, “Bu kadına anlattırmayın gece gece,” derdi öteki odadan. Ama kulağı bizde, o da dinlerdi her defasında.
Arap Hatçam Teyze bizim kırıklarımızı, çıkıklarımızı iyi ederdi. Bir de, mart güneşi kadınları karartmasın diye ördüğü bileziklere dua okurdu. Ay başı gelince ilk o takar çıkardı ortalığa. Sonra bütün kadınlar, hatta Kız Mahmut Abi de koluna takardı okunmuş halkaları. Böylece herkes, kaba eti kadar beyaz kalırdı yaz boyunca.
Büyük amcamın oğlu Ahmet Abi’nin kapanmış kurşun yaralarına da okudu sonra Arap Hatçam Teyze. Çünkü yedi yarası, geceleri karanlıkta yedi ıslık çalıyormuş. Okumadan sonra geçti hepsi.
Ahmet Abi bana demişti ki, “Harp hiç iyi bir şey değil. Havadayken herkes altına kaçırdı. Ben erken vurulunca içim geçmiş. İşemedim. Ama erken vurulmak da iyi değil. Gözümü açtım, gemideyim. Sahilden toplayıp gerisingeri yollamışlar bizi. Kıbrıslı bir kız bile göremedim.”
Sonra yedi kurşun yarasını gösterdi bana.
“Gece olunca rengi değişiyor bunların,” dedi.
Anneme diyemedim. Yani, “Her Ahmet büyüyünce vurulur mu, sonra da üşütür mü?” diye soramadım.
Hatçam Teyzeye göre, Çoban Ali de ölmemiş zaten. Üç harfliler onu Ay’a götürmüşler.
“Ne diyorsun kız?” dedi babaannem.
“Vallahi öyle abla. Annem gözüyle görmüş. Gerçi Ay’a gidilmez ya!”
“Neden gidilmezmiş?”
“E günah da ondan.”
“Ne günahı kız! Amerikalılar oraya sıçtı bile.”
“Nasıl abla?”
“E gittiler, bir hafta kaldılar. Hacetlerini yutmadılar ya.”
“Ah ah, çok günah vallahi.”
“Günah münah. Gittiler işte…”
Sonuçta evrende yalnız değiliz. Ay’da Çoban Ali var en azından. Ama harpler olmayaydı daha iyiydi tabii.
Kuvva-i Milliye.
Amele, gündelikle çalışan işçi.
Cinler.
***
(ON8 Yayınları/Günışığı Kitaplığı – Ahmet Büke)
http://www.on8kitap.com/blog/023-evren-ve-yalnizlik