Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eşbaşkanı Kamuran Yüksek ile, Zete.com’dan İrfan Aktan bir röportaj yaptı. Röportaj şöyle;
BDP, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) olarak dönüştükten sonra Türkiye’nin gündeminde çok yer almamaya başladı ama bölgede en faal parti konumundasınız. Partiyi Ankara’dan Kürdistan’a çektikten sonra ne tür faaliyetler yürütmeye başladınız?
Kamuran Yüksek: Biz özetle, yerel demokrasiyi kurmaya çalışıyoruz. Temel perspektifimiz de, rolümüz de budur. Toplumun kendi kendine yetip kendini yönetebilmesiyle demokrasinin sağlanabileceğine inanıyoruz. Temel hedefimiz, köyden kasabaya ve şehre kadar, tüm birimlerde toplumun kendi kendini yönetebilecek bir yapıya, örgütlülüğe kavuşabilmesi.
Devletin Kürt meselesi bağlamında da giderek daha fazla antidemokratik uygulamalara başvurması, sizin bu hedefinizi de sekteye uğratmayacak mı?
Biz zaten devlet yapısını ontolojik olarak sorgulayan bir noktadayız. Devlet olmadan da toplumun kendini yönetebileceğine inanıyoruz. Elbette gerek devletin, gerekse AKP hükümetinin bizim bu çalışmamıza “buyurunuz” demeyeceğini biliyoruz. Ama toplum geliştikçe, örgütlendikçe devlet küçülür. Toplum kendine yetmediği sürece devlete muhtaç olur, daha doğrusu devlet onu kendine muhtaç hale getirir. Bunun da en önemli başlıklarından biri ekonomidir. Ekonomik olarak kendi kendine yetebilen bir toplum oluşturabilirseniz, devlete de küresel kapitalizme ve onun tekelcilerine de ihtiyacınız kalmaz.
Kürdistan’daki mevcut ekonomik durum, üretim araçları, üretim bilgisi ve daha pek çok koşulun, hedeflediğiniz yeni sisteme cevaz vermediği, devlet sübvansiyonları olmadan mevcut durumun sürdürülemeyeceği ifade ediliyor. Siz, devleti müdahil olmaktan çıkarıp zaten çok zayıf olan ekonomi halkasını nasıl güçlendireceksiniz?
Bize göre her şeyden önce toplum, kendi kendine yetebileceğini bilebilmeli. Elbette kurulu düzenler var. Dolayısıyla ne uluslararası veya yerel sermayeyi ne de devleti yok sayarak hareket edebiliriz. Reel duruma tamamen gözümüzü kapatan bir yaklaşım içinde değiliz. Ama işin merkezine toplumu almak istiyoruz. Hem sermaye gücünü hem de devlet imkânlarını kendi hizmetine sokacak bir toplumsal örgütlenmeyi hedefliyoruz. Bu çerçeveyi de zorlayarak, mücadele yürüterek, ikna ederek; tüm yolları deneyerek sağlamaya çalışacağız. Tarihsel olarak baktığınız zaman, Kürdistan’ın birçok topluluğa, halka ev sahipliği yaptığını, verimli toprakları olduğunu biliyoruz. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, tarım havzalarıyla, enerji kaynaklarıyla sadece Kürdistan’da yaşayanların değil tüm Anadolu’nun ve hatta Ortadoğu’nun önemli bir bölümünün ihtiyaçlarını karşılayacak bir potansiyele sahip bu coğrafya. Ama kendi nüfusunun katbekat fazlasını besleyebilecek bir coğrafyada şu an 15-20 milyonluk Kürdistan halkı yoksulluk çekiyor. Bu ciddi bir tezattır. Bu, zenginliğin üzerinde oturup aç yaşamaktır. Bunu bu noktaya getiren faktörler içinde devletin payı büyüktür ama artık meseleyi sadece bununla izah edemeyiz. Üretimi sağlayamayan bizlerin de bu tabloda payı var. Devletin bu konuda engelleyici politikalarını ortadan kaldırmak üzere mücadele etmeye devam etmek durumundayız. Nitekim bu, şu an yürütülen müzakerelerin de bir başlığıdır. Ama toplum üretime geçemezse, alternatif ekonomik bir sistem geliştiremezse, sonuç alınamaz.
Müzakerelerden kastınız, Öcalan’la devlet arasında yürütülen görüşmeler mi?
Tabii ki, ekonomi de bir başlıktır, sosyal haklar da bir başlıktır…
Yani Öcalan meselenin ekonomi boyutunu da devletle tartışıp müzakere ediyor mu?
Muhakkak bu bir başlıktır. Bizim zaten Türkiye’ye demokratik özerklik önerimiz var ve bu, ekonomik özerkliği de içeriyor. Yani bölge kaynaklarının işletilmesi, gelirlerinin de vergilerinin de bölge halkının tasarrufunda olması bir müzakere maddesidir. Eğer demokratik özerklik bir müzakere konusuysa, bunun ekonomik başlığı da müzakere konusudur.
Yerel kaynakların kullanımı hakkının merkezi hükümetten yerele aktarılması bölgede nasıl bir etki yaratır?
Yatırımların artması, gelirlerin ve vergilerin yine bölgede kullanımı düşünüldüğünde büyük farklar yaratacaktır. Dolayısıyla bu, ekonomik kalkınma açısından çok büyük önem arzediyor. Ama bundan da bağımsız olarak, toplumumuzun bunu kendi başına yapabilecek imkânları olduğu halde yapmaması bir sorundur. Örgütsüzlüğü, bilgisizliği, ekonomi konusundaki yetersizliği… Düşünün, 15 dönümlük arazide oturuyor ama gidip manavdan alıyor domatesi. Bu konudaki engeller neler? Sulama imkânlarının kıtlığı mı, bilinçsizlik mi? Çok bilinçsiz bir tarım yapıyoruz. 10 ekip 11 alıyor halkımız. O elde ettiği 1 de zaten masrafını karşılamıyor. Maalesef hayvancılık konusunda da ilkel bir üretim tarzımız var. İşte tüm bu konularda öncülük yapacak, bilinç yayacak, modern tarım tekniklerini halka taşıyacak çalışmalar yürüteceğiz.
Bunu siz DBP olarak mı yapacaksınız?
Biz parti olarak çalışacağız, demokratik kurumlar, belediyeler bu konuda ellerinden geleni yapacak. Teşvik, ön açma, imkân yaratma, sübvanse etme konusunda bir süreç başlatmak istiyoruz.
Özellikle Diyarbakır’da görünürlük kazanan ama tüm bölgede giderek şişmeye başlayan devlet destekli yeni Kürt üst-orta sınıfının DBP’nin bu hedeflerine karşı durduğu görülüyor. Bu yeni üst-orta sınıfla nasıl bir münasebet geliştirmeyi düşünüyorsunuz?
Biz bilindik biçimiyle bir kapalı ekonomi modelini hedeflemiyoruz. Yani bir Kuzey Kore yaratma niyetimiz yok. Dolayısıyla bölge içindeki üst-orta sınıfın yatırımları da güvence altında olacak ama bunlar belli kural ve kaidelere bağlı olacaklar.
Nedir o kural ve kaideler?
Biz bilinen haliyle kapitalist bir ekonomik modelin gelişmesine çok fazla müsaade etmek istemiyoruz. Kâr hırsıyla, sömürüyle; hem ucuz işgücü imkânlarını kullanıp insanları sömürecek hem de ucuz ham maddeyle yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürecek, elde ettiğini de İstanbul’a, Bursa’ya götürüp yatırıma dönüştürecek bir sermayedarlığa müsaade etme niyetinde değiliz. Yerel yönetimlerimiz aracılığıyla ya da elde edeceğimiz kimi ekonomik-siyasal haklarla, ekolojik üretim biçiminin yanısıra böyle bir ilkeyi koymak istiyoruz. Ama bu, üst-orta sınıf denen kesimin ürkmesine sebep olabilecek bir model değildir. Yine kazanacak ama halkıyla, toplumuyla daha fazla birlikte var olabileceği bir yaşamı edindireceğiz. Mesela siz Yüksekovalısınız. Geçen Hakkâri’de de söyledim; Yüksekovalı işinsanları ne diye gidip Bursa’da tekstil fabrikası açıyor? Diyarbakır’da pamuk üretiliyor. Yüksekovalı gelip Diyarbakır’da yatırımını yapsın. Bakın, üreticinin ürettiği pamuk Bursa’ya gidiyor, kazak oluyor ama üretici o kazağı satın alabilecek paraya sahip olamıyor. Bunu iş çevrelerinin de dikkate alması gerekiyor. İşverene baskı yapılıyor filan gibi devletin uydurmalarına da kimsenin kulak asmaması gerekiyor. Aksine, biz daha fazla önleri açılsın diye uğraşıyoruz.
Diyarbakırlı bir işadamıyla sohbet ederken “ben zaten kazandığım parayı hesabımda tutmuyor, onunla yeni üretim araçları alıyor ve istihdamı artırıyorum, hareketin niye hâlâ bana karşı olduğunu anlayamıyorum” demişti…
Bakın, biz üretim yapana karşı değiliz ama bazı üretim biçimlerine karşıyız. Örneğin mermer veya çimento fabrikalarına diyoruz ki, filtre takın, yöre halkına zarar vermeyin. Filtre takmıyorsun, insanları ucuza çalıştırıyorsun. Hem insanı hem doğayı sömürene göz yummamız beklenmemeli. Bu ilkelere uyulmadığı zaman tabii ki bazı farklı durumlar oluşuyor. Kimi eksik yaklaşımlar da var, olabilir. Ama bütün bunlara rağmen biz yatırımların yapılmasını, hatta dışarıda bulunan Kürdistan sermayesinin geri dönmesini istiyoruz. Ekonomik modelimiz hem dışarıda hem de dışarıdan gelip Kürdistan’da yatırım yapmaya açık olacak.
Kürdistan’da demokratik bir ekonomi modelinin oluşturulması için devletin de ademimerkeziyetçi bir yönetim modeline cevaz verecek biçimde dönüşmesi gerekmiyor mu? Öcalan’la devlet arasında yapılan görüşmelerde bu konuda size ulaşmış herhangi bir sinyal veya bilgi var mı?
Direkt o çerçevede bir şey belirtmeyeyim ama şunu söyleyeyim; aslında merkezi hükümet de farkında ki, 80 milyonluk bir nüfusun tek merkezden yönetilmesi artık çok mümkün değil. Bu, dünyanın gidişatına da ters. Yerinde yönetim, anlayış olarak benimsenmeye başlanıyor. Bu, zaman zaman AB Yerel Özerklik Şartı’na konan çekincelerin kaldırılması bağlamında gündeme gelebiliyor. Hükümet, bu çekincelerin kaldırılabileceğine dair bazen sinyaller veriyor. Ama önemli olan anlayış ve ilke olarak bu modeli doğru bulmaktır. Bu ilke benimsendikten sonra, geriye bunun modelini tartışmak kalıyor. Biz Türkiye’nin bu noktaya gidebileceğini düşünüyoruz. Mesela geçenlerde AKP’li Denizli belediyesi, Pamukkale’nin gelirinin Pamukkale’de kalması konusunda bir yaklaşım geliştirmiştir. Aynı şekilde Kocaeli de benzer bir talepte bulunuyor. Ankara için de Bursa için de Trabzon için de bu olmalıdır, Kürdistan için de. Anlayış olarak bunun gelişebileceğine inanıyoruz ama tabii ki hangi düzeyde olacağı da tartışma ve mücadele konusudur.
Bu konuda DBP’li belediyelere de eleştiriler var. Örneğin Diyarbakır belediyesinin Kırklar Dağı’ndaki yapılaşma konusunda daha önce yürüttüğü politika, keza mesela Yüksekova’da filtre uygulaması olmadığı için kış boyunca yoğun bir hava kirliliğinin yaşanması eleştiri konusu oluyor. Siz kendi belediyelerinizin benzer konulardaki kusurlarını iç tartışmalara tabi tutuyor musunuz?
Belediyelerimizin başarılı olduğu konular da var, eksik kaldığı noktalar da. Bu konuda yoğun iç tartışmalar sürdürüyoruz. Belediye imkânlarının daha fazla halkın yaşamının düzenlenmesi, temizlik, sağlık, çevre, altyapı-üstyapı konusunda etkin rol alması gerektiğini tartıştığımız gibi, üretime dair çalışmanın gelişebilmesi için de rol alması gerektiğini düşünüyoruz. Halkın örgütlendirilip üretime teşviki konusunda belediyeler rol almalıdır. Yetersiz kalan belediyelerimizi tespit edip düzenlemeye çalışıyoruz zaten. Bunlar zaten belediyelerin görevidir ve bunu yapan belediyelerimizle övünmeyiz. Aksine, asli görevinin yanısıra, daha da ileri gidip üretim ve istihdam konusunda da çalışmalarını yoğunlaştırmaları sağlamaya çalışıyoruz.
Kürt meselesi konusunda herkesin gözü Ankara’dayken siz daha çok Kürdistan’a yüzünüzü dönmüş durumdasınız. Program ve projelerinizi düzenlerken Ankara’nın gündemini ne kadar önemsiyorsunuz?
Biz şu an işimize bakıyoruz. Her ne olursa olsun biz bu yerel demokrasiyi yerleştirmek zorundayız. Ankara’daki süreç veya gündem barışa da savaşa da evrilse, biz yine kendi iç demokrasimizi oluşturmalıyız. Elbette Ankara’daki gelişmeler halkın gündemini de mücadele biçimlerini de etkileyecektir ama yerel demokrasiyi oluşturmayı stratejik olarak ele alıyoruz ve bu hattan ayrılmayı çok düşünmüyoruz. Ankara’ya gözümüzü kapatmadık ama yüzümüz halkımızda.
Siz KCK operasyonlarında ilk tutuklananlardansınız ve “paralel devlet” kurmakla suçlanıyordunuz. Ankara’da atmosfer değişirse, şu an yürüttüğünüz çalışmaların yine “paralel devlet” yaftasıyla kriminalize edilmeyeceğine dair garanti var mı?
Devlet, hükümet yönelmek isterse gerekçesi çok. Zaten halen bizim için yürütülen soruşturma tamamlanmış değil. Biz beraat etmedik, tahliye edildik sadece. Dolayısıyla isterse devlet, bunu tekrar yürürlüğe koyup bizi engelleyebilir. Ama bu faaliyetler paralel devlet filan değil. Biz zaten devlet mantalitesine karşıyız. Biz toplumun, devlete de ihtiyaç duymadan yaşam imkânlarını sağlayabilecek düzeye erişmesi için çalışıyoruz. Ee, ne güzel işte; devletin yükünü de azaltıyoruz. Devlet daha ne istesin! Yüksekova’nın köyünde yaşayan insanlar kendi sorunlarını çözebilecek noktaya erişirse, aydınlanmacı, entelektüel bir gelişme içindeyse, kendi kendine yetecek üretim biçimlerine kavuşursa, on tane çiftçi yan yana gelip ortak üretime geçerse, bu devleti niye rahatsız etsin ki? “Vay, her şeyi ben yapacağım” diyorsa, o zaman buyur bakalım, bu insanların aç halini, perişanlığını izah et! Alternatif yapı dediğiniz şeyin sınırı, özerkliğe kadardır. Yerel, bölgesel özerklik dışında bir alternatif sistem projesi yok zaten. Evet, devletin küçültülmesi talebimiz var. Bu, dünyanın her yerinde oluyor. Devletler küçülüyor ve sivil toplum büyüyor. Toplumun birçok sorununu sivil toplum örgütleri çözüyor artık.
Çeşitli araştırmalar köy boşaltmaları sonucu en az 1 milyon insanın yerinden olduğunu gösteriyor. Üretim bilgisinden ve araçlarından da mahrum kalmış olan bu nüfusu tekrar köylerine çekebilecek misiniz? Bununla ilgili projeleriniz var mı?
Bir kere bu köylerin çoğuna korucular el koymuş durumda. Önce el konan toprakların geri alınması lazım. İkincisi, eğer o köylere dönecek insanların toprağa dayalı üretimini geliştirebilirsek, göç edenlerin en az yarısı toprağına döner. Metropol varoşlarında mecburen kalan insanlarımız kendi hayatını idame ettirebilecek üretim koşullarını köyünde bulabilirse, geri dönecektir. Bu konuda devletin üzerine düşen görevler de var, bizim yerel yönetimlerimizin sorumlulukları da. İnsanımız batıda zaten şoven baskıdan da emek sömürüsünden de bezmiştir. Geri dönmeleri hem onları rahatlatacak hem de göç alan bölgeleri.
2009’da tutuklandığınızda da bir çözüm sürecinden bahsediliyordu. Ama o süreç KCK operasyonlarıyla akamete uğradı. 2013’te başlayan süreçle ilgili gidişat da karamsarlık yaratıyor. Siz önümüzdeki günlerde, 2009’daki sürecin akıbetinin tekerrür etmesi endişesi duyuyor musunuz?
Böyle bir rüzgâr yaratmaya çalışanlar var. Belli kesimler sürekli kışkırtmaya çalışıyor. Özellikle 6-8 Ekim olaylarından sonra bu konudaki söylem arttı. Hükümet bu konuda yanlış bir yoldadır. Özellikle cemaat çevresi, tıpkı 2009’da olduğu gibi yine kışkırtıyor. “KCK’liler tahliye edildi, böyle oldu” gibi bir kışkırtma yapıyorlar ki, bu doğru değildir. Ama hükümet de yine bunun üstüne atladı. Yeni güvenlik tedbirleri çıkarmaya yöneliyor mesela.
Yani hükümet, mücadele ettiği cemaatin sözüne mi uyuyor?
Bizce etkisinde kalıyor. Hükümet zaten bu konuda çok sağlam durmuyor. MHP’nin de, cemaatin de etkisinde kalıyor. İktidarda kalmaya çalıştığı için daha pragmatik bir yaklaşım sergiliyor. O yüzden de ülkede milliyetçi atmosfer oluşunca hükümet de milliyetçi kesiliyor. Kürt siyasi hareketine karşı bir söylem gelişince de hükümet daha da sertleşiyor. Hükümet çok güven veren bir noktada değil. Belli bir yönelim hesabı içinde oldukları düşünülüyor. Düşünün, parti kapatmaya varan bir söylem var. Bunu bir tehdit, bir şantaj aracı olarak kullanmak istiyorlar. HDP’yi kapatmaktan söz etmek, Türkiye’yi nereye götürmeye çalışmaktır? Dolayısıyla yeni bir operasyon dalgasının meşru zeminini oluşturabilirlerse, bunu yapabilirler de. Biz “hayır hükümet böyle bir şey geliştiremez” demiyoruz. Çünkü geçmiş deneyimler var.
Cemaatin hâlâ bölgede ciddi bir etkinliği var mı?
Bir parça yer altına çekilmiş tarzda varlığını sürdürüyor ama imajı kırıldı. Ama çalışmalarını yürütüyorlar. Hükümetin bu konuda herhangi bir uygulamasına tanık olmadık. Bir yurtları, evleri mi mühürlendi, ellerindeki iş imkânları mı alındı, hatta yargı içerisinde mi arındırıldı! Türkiye’nin her yerinde bu konuda çalışmalar yapılırken, Kürdistan’da çok az. Belki çok çok sıyrılmış belli şahıslara yönelik, o da hükümeti tehdit eden pozisyonda oldukları için hem emniyet hem yargı içinde bazı operasyonlar olduğunu biliyoruz. Fakat özellikle bölgede cemaate yönelik çok etkin bir faaliyet yürüttüğüne tanıklık etmedik. Daha çok devlet içinde yerleşmiş, hükümet faaliyetlerini zorlayacak yerlere müdahaleleri oluyor.
Yani Kürt hareketiyle mücadele eden Cemaatçilere çok fazla müdahale edilmiyor mu?
Hayır, böyle bir şeye tanık olmadık.