Kobanê’de direniş sürüyor. Kobanê Direnişi için ve Kobanê’ye yönelik saldırıya karşı, Kürt halkının ortaya koyduğu protestolara Türk devletinin yaklaşımı AKP’nin politikalarını netleştirmiştir. AKP hükümetinin demagojik söylemleri tüm açıklamalarıyla deşifre olmuştur. AKP’nin ikiyüzlü, çirkin ve komplocu karakteri bir daha ortaya çıkmıştır. AKP’nin tüm söylemleri ve demagojilerinin çirkin yüzünü örtmeye yönelik olduğu bir daha anlaşılmıştır. AKP’nin tek politikası ve amacı vardır; o da Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmektir. Tek gerçeklik vardır, o da budur. Bu ne abartma ne de kuşkudur. Başka türlü her değerlendirme toplumu aldatma ve kendini kandırmadır.
Son zamanlarda AKP hükümeti “biz hiçbir zaman asayişin bozulmasına izin vermeyiz” diyerek, biz Kürt sorununu çözmeyiz, ama Kürt halkının bu çözümsüzlüğe karşı mücadelesine de saldırırız demişlerdir. Biz karakol, askeri amaçlı baraj ve yol yaparız, ama karşı çıkanlara da saldırırız demişlerdir. AKP hükümeti sessiz ve teslim olmuş bir toplum istemektedir. Suruç’ta halkın eylemlerine saldırılması, her demokratik gösteriye bastırmak için polis, panzer ve TOMA’ların kullanılması AKP’nin bu zihniyetinin sonucudur. AKP tamamen neofaşist bir hükümettir. Halkın her gösterisine saldırması karşısında hiçbir tepki görmek istemediğini ortaya koymuştur. AKP’nin demokrasisi sadece basın açıklamalarıyla sınırlı bir demokrasidir. Halkın tepkisi bunu aşıp binler ve on binler olduğunda, Kobanê protestosunda olduğu gibi derhal polisini ve panzerini devreye sokmaktadır. Nitekim AKP’nin on iki yıllık iktidarında şimdiye kadar yapılan miting ve gösterilerde yüzlerle ifade edilen insan katledilmiştir. Bunların hiçbirisinin sorumlusu da yargılanmamıştır.
Halkın direnişi tüm Kürdistan’a yayılıp hükümeti politika değişikliğine zorlayınca bu defa yeşil JİTEM’ini, derin güçlerini devreye sokmuştur. Hüda-Par yanlılarının halka saldırtılması devletin bu politikasının sonucudur. Nasıl ki 1990’lı yıllarda Kürt halkının direnişi yükselince devreye JİTEM ve JİTEM’in yönlendirdiği güçler sokulmuşsa, bugün de aynı kirli oyun devreye sokulmuş bulunmaktadır.
Kobanê eylemlerine karşı polis ve asker dışında bazı güçler de devreye sokulmuştur. Türkiye metropollerinde MHP ve bazı IŞİD yanlıları Kobanê protestocularına saldırırken, Kürdistan’da ise IŞİD ve Hüda-Par yanlıları saldırmaktadır. Bu saldırılarda genç yaşlı yirmiye yakın Kürt yurtseveri katledilmiştir.
Kuşkusuz tüm bu saldırılar devletin her zaman olduğu gibi polisi, panzer ve diğer araçlarıyla halkın demokratik eylemlerine saldırması sonrası gerçekleşmiştir. Halk da polisin bu saldırılarına karşı kendisini taş ve Molotoflarla savunmaktadır. Kaldı ki bu savunma polisin saldırıları karşısında her zaman masum protesto niteliğindeki savunmadır. Polisin saldırıları karşısında gençler bu tür şeyler yapmasın demek, polisin saldırılarını görmemek anlamına gelir. Çünkü devletin müdahale etmediği her gösteri sessiz geçerken, polis müdahale ettiğinde bu tür taşlı-sopalı kavgalar ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan suçlanması gereken varsa, devletin her gösteriye panzerleriyle, TOMA’larıyla, polisleriyle saldırmasıdır. Şimdiye kadar polisin gösterilere yaptığı saldırılarda yüzlerce ölü ve yaralı olmuşsa, bu, AKP hükümetinin demokratik gösterilere yaklaşımının sonucudur.
Devlet ve polis bu tür saldırılar yapacak diye halkın ve gençlerin direnişten, serhildanlardan vazgeçmesi de düşünülemez. Halk tabii ki devletin ve hükümetin politikalarına karşı direniş hakkını kullanacaktır. Devlet, Kobanê’de direnişin kırılmasını isteyen bir politika izliyorsa, Kürt sorununda bir çözüm politikası yoksa tabii ki halkın direnişini, serhildanını karşısında bulacaktır. Bu gerçeklik görülmeden gençlerin ve halkın tepkilerini, taşını anlamak mümkün değildir. Kürt halkı, gençleri, kadınları bugün direnmeyecek de ne zaman direnecektir?!
Diğer bir husus da halkın saldırıları karşısında meşru savunma yapma konusudur. Halkı meşru savunmasız bırakmak en ağır sorumsuzluktur. Her siyasi güç en başta da halkın meşru savunmasını örgütlemekle sorumludur. Eğer halkın eylemliliklerine, etkinliklerine rahatlıkla saldırılıyorsa, buna karşı halkın hiçbir özsavunması yoksa bu tabii ki kabul edilemez. Türkiye ve Kürdistan gibi demokrasinin olmadığı, halka birçok yerden saldırının geldiği dikkate alınırsa meşru savunma yapmak kadar haklı ve doğru bir şey olamaz. Bu açıdan her siyasi güç, her kurum en başta da kendi meşru savunmasını örgütlemek durumundadır. Devletten kendini korumasını beklemek, kendisini Kürt halkını fiziki ve kültürel soykırıma uğratmayı hedefleyen devlet ve hükümetin insafına bırakmak en büyük gaflettir. Kürt halkına saldırılarak güç gösterisi yapanlara karşı halk da tabii ki kendi özsavunmasını oluşturmalıdır. Çünkü mevcut siyasal koşullar, Türk devletinin kirli savaş politikaları ve halka saldıran birçok gücün bulunması bunu zorunlu kılmaktadır.
1990’lı yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı kirli savaş uygulandığını, bu kirli savaşta JİTEM’in baş rol oynadığını herkes bilmektedir. Bunlar o kadar çok yazılmış ve çizilmiştir ki, ayrıntılar dışında ortaya çıkmayan bir gerçek kalmamıştır. 1970’li yıllarda faşistler devrimcilere saldırırken izleyen polis, 1990’lı yıllarda da Kürdistan’da Hizbullah denen grubun saldırılarını izlemiştir. Hatta Kürt yurtseverlerine karşı cinayet işleyen katilleri koruduğunu bilmeyen, duymayan kalmamıştır.
Kürt halkına 1990’lı yıllarda bir taraftan JİTEM, itirafçılar, diğer taraftan Kürt halkının hizbulkontra adını verdiği gruplar saldırtılmıştır. Kürtlere yönelik saldırıda at izi it izine karışmıştır. Bu dönemde Türk devletinin Hizbullah’ı Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı kullandığı o dönemin birçok devlet yetkilileri tarafından da itiraf edilmiştir. Türk devleti 1990’lı yıllarda Hizbullah’ı Kürtlere karşı kullanıp cinayetler işletirken, 1998 uluslararası komployla Önder Apo esaret altına alınınca Hizbullah’a yönelik operasyonlar yapılmıştır. Çünkü devlet PKK’nin bittiğine inanarak Hizbullah’ı kullanmasına gerek kalmadığı kararına varmış, bu operasyonlarla birçok Hizbullah üyesini ve liderini öldürmüştür. Hizbullah’a yönelik operasyonun PKK’nin bittiğine inanıldığı için yapıldığını aklı başında olan herkes bilmektedir. Anlaşılıyor ki bu çevreler hala kendilerine yapılan bu saldırıların nedenlerini anlamış değillerdir.
1990’lı yıllarda Kürt halkına karşı sadece faile meçhul denen JİTEM ve kontra cinayetleri gerçekleşmemiş, dört bin civarında köy yakılıp yıkılarak boşaltılmıştır. Yüz binlerce Kürt işkenceden geçirilmiş, on binlercesi zindanlara atılmıştır. Kürt halkına karşı kirli bir savaş yürütülmüştür. Kürt halkına karşı 1990’lı yıllarda kirli bir savaş yürütüldüğünü Kürdistan’da bir çocuk bile bilmektedir.
Kobanê gösterilerinden sonra birçok yurtsever derin güçler tarafından kışkırtılan, yönlendirilen Hüda-Parlılar tarafından katledilmiştir. Bu çevrelerin bir daha Türk devletinin kirli politikasının aleti ve parçası oldukları görülmüştür. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu güçlere karşı bir tutumu ve bir yönelimi yokken derin güçlerin ve JİTEM’in oyununa bir daha gelerek cinayetler işlemesi gerçeği ortaya çıkmıştır. Abdurrahman isimli bir Hüda-Par yöneticisi, 8 Ekim’de katıldığı televizyon programında “1990’lı yıllarda PKK’ye sadece biz karşı koyduk, PKK’nin belini kırdık” diyerek hangi kafada olduğunu ve hangi güçler tarafından kullanıldığını itiraf etmiştir. 1990’lı yıllardaki kirli savaşın parçası ve aktörü olduğunu kabul etmiştir. Çünkü 1990’lı yıllarda kimlerin PKK’nin belini kırmak için her türlü kirli yol ve yöntemi kullandığı bilinmektedir. Savunmasız yurtseverlerin polisin koruması, himayesi ve gözetimi altında katledilmesinin PKK’nin belini kırmak olarak değerlendirilmesi, bu çevrelerin kafalarının ne kadar sorunlu ve kullanılmaya ne kadar açık olduğunu bir daha ortaya koymuştur. Bu sözler, 1990’lı yıllarda nasıl kullanıldıklarını bilince çıkarmadıklarını göstermektedir. 1990’lı yıllardaki cinayetleri hala savunma ve haklı görme zihniyetinin Kürt halkı için nasıl bir tehlike olduğu da açıktır. Zaten son cinayetler de böyle bir zihniyet sonucu gerçekleştirilmiştir.
Bu kafa, yirmiye yakın Kürdün katledilmesini bir kahramanlık gibi sunmaktadır. Güya Kobanê gösterilerine katılmış Kürt yurtseverlerini katlederek kendine bir güç vehmetmektedir. Bu zat, ne kadar Hüda-Par’ın genel görüşünü yansıtıyor bilinmez, ama ruh hali sorunludur. Eğer bu ruh halinden kurtulmazlarsa 1990’lı yıllarda olduğu gibi Kürt halkına karşı kullanılmaya devam edileceklerdir. Bu çevreler 1990’lı yıllardaki cinayetleri PKK’nin belini kırdık biçiminde değerlendirmeyi bırakmalı, o yılları biraz aklı olan insanların değerlendirdiği gibi Kürtlere karşı yürütülen kirli savaş olarak ele almalıdır. Ancak o zaman doğru bir tutum gelişir, Kürt halkıyla gerçek anlamda bir barış sağlayarak Kürdistan’daki çoğulcu demokratik siyaset içinde yerini alırlar. Böyle olmadığı müddetçe Kürt halkıyla gerçek barış yapmadıklarından halkın tepkisiyle karşılaşacaklardır.
Bu zat, PKK’ye küfredenlerin, yeminli Apo ve PKK düşmanlarının söylediği bir yalanı da tekrarlamaktadır. Zaten kendilerini ve toplumu kandırdıkları bir nokta da budur. Güya PKK her siyasi gücü ezerek etkisizleştirmiştir! Bu çevreler bilmeli ki bu büyük bir yalandır. Aksine 1980 öncesi PKK çeşitli grupların saldırılarıyla etkisizleştirilmek istenmiştir. Eğer 12 Eylül öncesi öldürmeler incelenirse ve 12 Eylül mahkemeleri iddianamelerine bakılırsa gerçeğin bu çevrelerin söylediğinin tersi olduğu görülür. Sözünü ettiği kesimler 12 Eylül askeri faşist cuntası karşısında direnemedikleri için varlıklarını kaybetmişlerdir. Yoksa 12 Eylül öncesi çevreleri de vardı, etkinlikleri de vardı. Dolayısıyla bazılarının bu tür suçlamaları şehir hikayesi haline getirmesini Kürt halkına yönelik saldırılarını meşrulaştırma argümanı olarak kullanması kendi tutumlarını gizlemez, örtmez.
(Özgür Gündem – 10 Ekim 2014 – Hüseyin Ali)