Sanatın devrimcileri, devrimin sanatçıları – Temel Demirer


Sanatın devrimcileri, devrimin sanatçıları[1] - Temel Demirer

 

“Özgürlük, daima farklı

düşünenin özgürlüğüdür.”[2]

 

Sizlere, sürgünlüğümün 11 yıl 8 ay 23 gün 8 saatine tanıklık eden Paris’te, sanatın devrimcilerinden ya da devrimin sanatçılarından söz etmeye başlamadan önce, Père-Lachaise’deki Komünarlar’a emanet ettiğimiz, Onlarla yan yana olan Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya şahısında tüm devrimci sanatçıların anısı önünde eğildiğimi ifade etmeme izin verin…

“Devrimci sanat” dedim; sanat, zaten doğası gereği, devrimcidir, silahtır; hayata organik biçimde bağlıdır.

Sanat, hayat ve mücadeleyle buluştuğu oranda sanat olabilir; sanatı özgürleştirmek, onu mücadeleden arındırmamakla mümkündür.

İnsanın duygu ve düşüncelerini, kendisinden bağımsız olarak gördüğü nesnel dünyayı kafasında yorumlaması, sorgulaması ve duyguları ile bağdaştırması ve somutlaştırması olarak sanat baskıya başkaldırıdan doğar.

Sanat, bilinçli bir eylemdir; duyguların, düşüncenin dışa vurumudur; duygu, düşünce yoğunluğu olmadan sanat olamaz.

  1. W. Nietzsche’nin, “Sanat ve yalnız sanat; gerçeğin elinden ölmemizi engelleyecek bir şey varsa o da sanattır,” diye tanımladığı gerçek, dünyayı ve evreni estetik olarak algılamaya çalışmaktır. Bir bakıma insanlık tarihinin toplamıdır.

Nihayetinde bir meydan okumadır sanat ve meydan okuyanlar, başkaldıranlar içindir; insan(lık)ı ayakta tutabilecek en büyük direnç noktasıdır.

Sanat, çağını sorgular, öncü düşünce üretir. Bu düşünceler zaman içinde toplumsal davranışlara yansır.

Susan Sontag’ın, “Sanat sadece bir şey hakkında değildir; kendisi de bir şeydir. Sanat yapıtı, yalnızca dünya üzerine bir metin ya da yorum değil, dünyanın içinde bir şeydir,”[3] diye betimlediği sanat eseri, onu yapanın kendini ifadesidir. Bir lisandır, ifadedir…

Sanat, sadece dünyaya bakmak, yansıtmak, yorumlamak değil; tüm bunlarla birlikte değiştirmektir…

György Lukacs’ın, “Sosyalist gerçekçiliğin belirgin özelliği, yeni bir toplum düzenini kurmak için gerekli olan insan niteliklerini bulup çıkarma amacını gütmesidir,”[4] diye tanımladığı sosyalist gerçekçilikte, sanat da, yeni bir toplum düzenini kurmak için, proletarya davasına hizmet eden bir işlev üstlenir.

İş bu nedenle de devrimci sanatçı, mücadelenin hedefleri ve görevlerine bağlıdır. Ama o bir “memur” değildir. Sanatçı sıradan bir olayı olağandışı göstermeyi başarabilen bize bu dünyayı değil göremediklerimizi hissedip anlatan insandır.

Sanat; insanın olmayana, olmasını istediğine olan açık özlemidir ve bu özlem doğrultusunda, kendi bakış açısı doğrultusunda kendini var eder.

Sanat yapıtının en temel özelliği bizi farklı bir deneyime davet etmesidir.

Bu farkındalıkla çıkılan her yol sanatı anlatır. Bu nedenle sanatçı aşkın duyguları, vicdanı, ölümü, varoluşu, hayatı, evreni konu edindiği müddetçe kendini aşmaya muktedir olacaktır.

Böylesi bir duruş asla vazgeçilemeyen özgürlükle mümkündür.

Sözü edilen özgürlük ise, iktidar, pazar ve parayla arasına koyduğu/ koyabildiği mesafe ile gerçeklenebilir.

Tıpkı Dücane Cündioğlu’nun tarifindeki üzere:

“Sanat ve sanatçı mı istiyorsunuz, dua edin de belalar yağsın üzerinize gökten! Açlıktan nefesiniz koksun! Hüznünüz olsun mesela. Yoksunluklarınız. İncinmişlikleriniz. Güçsüzlüğünüz.

Kuşkunun pençesinde kıvranın. Dualarınız hep geri çevrilsin. Kahrolunuz… Kahrediniz. Tadın ihaneti. Reddedilin. İnkâr edin ve edilin. Tereddüt edin. İncindiğinizi düşünün… yaşayın yani, çelişkiyi ve çileyi…

Bakın o zaman nasıl da göğün kapıları açılıyor… ve işte o zaman sanatçı yaratmaya, ele geçirilemez olanı fethetmeye başlar…”[5]

Bu noktada siz bakmayın, “Eskiden de benzer bir zırva vardı: Devrimci sanat! Sanatçıların, topluma mesaj verme mecburiyeti olduğuna, bu mesajın da hâli ile toplumu ileri taşıyacak ‘devrimci ruh’ olduğuna iman ederdik!” diyen Cüneyt Ülsever’in zırvasına! Bu ifadeler, olsa olsa kendini anlatan bir acz ve vazgeçmişliğin mızıldanmalarıdır. Ne devrimin, ne de sanatın kıyısından geçemezler.

Kolay mı? Her devrimci sanatçı yetkin bir sanatsal görüye ulaşmış kişidir. Bu da ancak felsefenin sağlayacağı bakış açısıyla olasıdır. Her sanatçı kendi koşulları içinde filozoftur.

Yani “Sanatçı olabilmek için yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe, belleği anlatıma, gereçleri biçime dönüştürmek gerekir. Duyuş her şey değildir sanatçı için; işini bilip sevmesi, bütün kurallarını, inceliklerini, biçimlerini, yöntemlerini tanıması, böylece de hırçın doğayı uysallaştırıp sanatın bağıtlarına uydurması gerekir. Sözde sanatçıyı tüketen tutku, gerçek sanatçının yardımcısı olur: sanatçı çıldırmış canavara boyun eğmez, onu evcilleştirir,”[6] Ernst Fischer’in ifadesiyle…

Evet sanatta estetik kaygı olmalıdır. Çünkü o, somut gerçeklikten farklı bir gerçeklik anlayışına sahip kavramdır.

‘Ertesi Günce’ başlıklı yapıtında “Sanat ne işe yarar?” sorusuna, İlhan Mimaroğlu’nun, “İşe yaramaktan ne anlaşıldığına bağlıysa da, sanatın hiçbir işe yaramadığı, hiçbir iş görmediği doğru değildir. Sanat alınır, satılır. Sanat zenginleştirir, yoksullaştırır. Alçaltır, yükseltir. İş buldurur, işsiz bıraktırır. Yüze güldürür, arkadan vurdurur. Kiminin heykelini diktirir, kiminin mezar taşını bile yok eder,”[7] diye betimlediği sanat yakılıp, yıkılan olduğu kadar direnen ve başkaldırandır da…

Sanat direnmektir/ başkaldırmaktır, direnmek/ başkaldırmak da sanatın bizatihi kendisidir.

Bize şarkılar söylüyorlar, içinde biz yoksak; o ne şarkı ne de müzik sanatıdır!

Bize, bizsiz filmler yapıyorlarsa; ne o film ne de sinema sanatıdır!

Bize oyunlar sahneliyor, sergiler açıyor, şiirler, romanlar yazıyorlar, ama bizden azade ve içinde bizim hikâyemiz/ gerçeğimiz yoksa; yaptıkları bizi daha da görünmez kılmak içinse; buna sanat değil; egemen -kara- propaganda denir!

“İyi de biz kimiz” mi?

Biz bu dünyanın yoksulları, ezilenleri, sömürülenleriyiz…

Biz, adına “halk” denenleriz…

Tam da bu noktada sözü, ‘Direnişte Sanat Kolektifi’nin, 25 Haziran 2011 tarihli Ankara’daki açıklamasına bırakmakta yarar var:

“Sanatçı, halktan başka biri değildir. Sanat hep halkın ürünüydü ve boynumuzdan piyasanın boyunduruğu, sırtımızdan sömürenlerin ağırlığı söküldüğü zaman, yine bütün varlığıyla sadece halkın olacak. Bizim olacak…

Belleğimizde Şili diktatörlerine “Venceremos/ Kazanacağız” haykırışıyla ölen sanatçı Victor Jara’nın sözü var: “Halka inilmez, çıkılır.” Biz daha ötesini söylüyoruz: biz halk basamağında duruyoruz, üstümüzde göğün özgür ufukları, altımızda sömürenler ve taraftarları var. İnecek yerimiz yok ve çıkacak tek yerimiz var: insanın insanı sömürmediği bir dünya.”

Tam da Enver Gökçe’nin ifade ettiği gibi, “Bir sanatçının, doğru devrimci bir yönde birşeyler verebilmesi, yansıtabilmesi için pratik ile teori arasındaki birliği daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabilir. Hatta sanatta, bilinci ve duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç, ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı, insanımıza yaşanılabilecek bir hâle getirebilmek için şiiri ve sanatı, sosyo-politik bir mücadelenin tamamlayıcı araçları olarak görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında asıl mesele insanın bir bütün hâlinde kavranılması ve bütünselliğin dile getirilmesidir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namuslu, hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, kuşkuların, küçük hesapların insanı değildir ve olamaz da…”

Geçerken anımsatalım: Toplumun yozlaşmaya başladığı yerlerde, sanat can çekişiyordur. Düşünen, hayal eden, üreten özgür bireyler, yok olmaya yüz tutmuştur. İnsanlar, açılan yollardan bile gitmeye üşenir hâle gelmişlerdir. İnsanların hayal etme, sevme, üretme olguları körelmiştir.

“Nasıl” mı?

  1. Baudrillard’ın ifadesiyle, “Bugün sanat olarak adlandırdığımız şey sanki yerine koyacak bir şey bulamadığımız bir boşluğa benzemektedir.”

“Çağdaş sanatın ikiyüzlülüğü özetle: Zaten beş para etmez bir şeyken beş para etmeyen, anlamsız, saçma sapan bir şey olmayı kendine bir hak olarak görmek; beş para etmez bir şey olmaya çalışmak ve yüzeysel terimler kullanarak yüzeysel bir şey olduğunu iddia etmekten ibarettir.”

“Belki de sanat her şeyin estetik bir nesne olarak sunulabileceği ilkel bir ritüel, evrensel bir kitsch nesne görünümüne bürünerek ortadan kaybolacaktır.”

Evet sürdürülemez kapitalizm koşullarında sanat ve bilimin hâli içler acısıdır.

Verili tabloda entelektüel, sanatsal yaratımı imkânsızlaştığını görüyoruz. Bunun sonucunda, yalnızca sanat eserinde değil, “sanatsal” kişilikte de yavaş yavaş su yüzüne çıkan bir değer aşınması meydana gelmektedir.

Bu koşullarda sanatsal muhalefet, insanlığın elindeki en önemli güçlerden biridir. Bu güç, ezilen sınıfların daha iyi bir dünya taleplerinin yanı sıra, insanlık onuruna, insanlığın yüceliğine dair tüm duyguları aşındıran rejimlerin gücünü kırmaya ve onları yok etmeye yarayacak bir güçtür.

Çünkü sanat, kendinden ödün vermedikçe, ona ters gelen hiçbir buyruğa boyun eğmez; kendisine dayatılana boyun eğmez.

Çünkü devrimci sanatçı, doğmakta olan bu kültürü konu alır. Tarihte yaratılmış tüm ileri değerleri sahiplenirken; evrensel bir misyonu da sahiplenir.

Devrimci sanatçının esin kaynağı, “Sanatta Devrim Devrimde Sanat” perspektifiyle örgütlü mücadeledir.

Sanatta devrim denince, sanattaki köklü değişim ve sanatın dışında, yaşamda gerçekleşen devrim ve devrimci durumların sanatlaştırılması, sanatçının kendine özgü sanatıyla onu şekillendirmesi, özlendirmesi akla gelir. Bu durum sanatın aldığı yeni bir biçimdir.

Bunun için de sanat ya devrimcidir ya hiçtir!

Veya sanatçı ya devrimcidir ya pazarlamacı/ propagandisttir!

O hâlde burada durup, göksümüzü gere gere; müziğinde de, sinemasında da; resiminde de, edebiyatında da; şiirinde de, mizahında da, tiyatrosunda da bizimkilerin, devrimci sanatçıların, yani estetiği geleceğin ahlâkı kılma kavgası vererek “11 Tez”in gereğini layığıyla yerine getirenlerin farklı olduğunu haykırmalıyız…

 

KULAĞIMIZDA ÇINLAYAN DEVRİMCİ SESLER…

 

Ludwig van Beethoven’in, “Asıl müzik gerçeğin kendisidir”; W.Shakespeare’in, “Müzik, aşkı besler”; Longfellow’un, “Müzik insanların evrensel dilidir”; Konfüçyus’ün, “Bir milleti tutsak etmek isterseniz, onun müziğini çürütün,” dedikleri müzik deyince aklıma hemen Paris’in Père-Lachaise’inde Komünarlarla yan yana yatan Ahmet Kaya, Şili’de Pinochet darbesinin teslim alamadığı Victor Jara, 12 Eylül darbesinin bir biçimde katlettiği ustaların ustası Ruhi Su, Çernobil’in katlettiği Karadeniz’in asi çocuğu Kazım Koyuncu, Sivas’ta yakılan canlarımızdan Nesimi Çimen, devrimcilerin gür sesi Rahmi Saltuk ve nihayet Kürdistan’ın savaş ve zafer narası Şiwan Perver ile daha ismini zikredemediğim niceleri gelir…

Sormadan geçmeyeyim?

Dağlarda, varoşlarda yankılan Ahmet Kaya’nın o gür sesi, nasıl olur da, kulağınızda çınlamaz?

Ya 1999’daki ‘Magazin Gazetecileri Derneği’ ödül töreninde “Kürtçe şarkı söyleyip, klip çekeceğim,” dediği için O’na yaşatılanları, o linç girişimini nasıl unutabiliriz?

‘Magazin Gazetecileri Derneği’nin, 2012 yılında Ahmet Kaya anısına “özel” ödül vermesi neyi değiştirir ki?

Gerçek meydanda ve asla unutulmayacak: “Başkaldırıyorum” diyen haykıran O, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik için başkaldırdığı zulüm tarafından Paris sürgününde katledildi.

Ahmet’i hep isyankâr gülümseyişiyle anımsadık ve anımsayacağız da…

Ya “Gitarım burjuvaya değil, halka çalar…” “Çocukların neşeyle şarkılarını ve türkülerini söyleyecekleri tek sistem sosyalizmdir,” diyen, Şili’de Pinochet darbesinin katlettiği şair/ şarkıcı Victor Jara (1932-1973).

12 Eylül 1973 günü, işkence edilmek için Şili Stadyumu’na götürülen binlerce devrimci insandan biri de öğretmen, tiyatro yönetmeni, şair, şarkıcı, şarkı yazarı olarak çok yönlü sanatsal ve entelektüel mücadelesini, üyesi olduğu Şili Komünist Partisi’ndeki siyasal aktivizmiyle tamamlayan Victor Jara’ydı.

Şili’de cunta beş bini aşkın devrimciyi bir stadyuma doldurmuştu. Bunlar arasında Şili’nin devrimci şarkılarının simgesi Victor Jara da bulunuyordu ve tüfek dipçikleri eşliğinde alelacele stadyuma tıkılan Jara’nın elinde gitarı da vardı. Bir şarkı söylemeye koyulan Jara’ya, subayların ateş açma tehdidine rağmen stadyumdaki diğer tutuklular da eşlik etmeye başladılar.

Onunla birlikte alınan diğer siyasi tutukluların anlattıklarına göre işkenceciler, kaburgaları ve parmakları kırılmış vaziyetteki Jara’yı kendileri için gitar çalmaya zorladıklarında Jara, halk cephesinin marşı olan ‘Venceremos’u söylemişti. Jara’nın cesedinin, 16 Eylül 1973’de, üzerinde 44 kurşun deliğiyle çıkarıldığı stadyuma, 30 yıl sonra Estadio Victor Jara (Victor Jara Stadyumu) ismi verilecekti.

Mahvedici bir yoksulluğun ve aile trajedilerinin kararttığı bir hayattan gelen Victor Jara, zamanında ekonomik nedenlerle bıraktığı eğitimine geri döndü ve Şili Üniversitesi’nde tiyatro okudu. Müziğe başlamasında, bir başka efsanevi Şilili müzisyenin, Violeta Parra’nın önemli rolü oldu. Jara, 1966’da kendi ismini taşıyan ilk albümünden bir yıl sonra, Quilapayún’la birlikte Latin Amerika halk şarkılarından bir derleme kaydetti. Bir yıl sonra çıkardığı ‘Desde Longuén Hasta Siempre’nin açılış parçası ‘El Aparecido/ Hayalet’, ölümünün ardından Che Guevara için yazılmıştı.

Bir sonraki albüm ‘Pongo En Tus Manos Abiertas’ adını, Jara’nın Şili emekçi hareketinin ve Komünist Partisi’nin kurucusu L. E. Recabarren için yazmış olduğu şiirin açılış dizelerinden alıyordu: “Bıraktım uzanmış ellerine şarkıcıların gitarını, işçilerin orağını ve çiftçilerin sabanını…”

Victor Jara’nın şarkılarındaki gerçeklik bizlere, onun neyin uğrunda öldüğünü hatırlattığı kadar, bizim neyin uğrunda yaşadığımızı da düşündürebilirse eğer, muhtemelen bu, üzerinde “Hasta La Victoria / Zafere Kadar” diye yazan mezarına bırakmayı dileyeceğimiz o bir demet çiçekten daha çok okşayacaktır ruhunu…

Ve ustaların ustası Ruhi Su; Onun katili de lanetli egemenlerdi…

12 Eylül koşulları altında yurtdışında tedavi görmek için pasaport alamayan ve hayatını kaybeden Ruhi Su, türkülere kazandırdığı yeni formla kendisinden sonraki bütün kuşakları etkiledi.

Aslı sorulursa Ruhi Su, ulu bir çınarın hikâyesidir. Tüm hayatı kardeşliğe, eşitliğe özgürlüğe adanmış, bu yolda yürürken türkülerle benzenmiş bir hayatın hikâyesidir. Kökleri yerin en dibinde, dalları göğün tepesinde olan, özünü Anadolu’dan alan, ruhunu kardeşlikle besleyen ulu bir çınarın, bir devrimcinin hikâyesidir. O tok sesiyle kimi zaman sevgiliyle deniz kenarında, gün batımında aynı anda mırıldanan; kimi zaman dostların arasında, güneşin sofrasında hep bir ağızdan coşkuyla söylenen, kimi zaman meydanlarda, safları sıklaştırdığımız zamanlarda, mücadelenin en kızgın noktasında yüksek sesle haykırılan türkülerin sahibidir. Varlığıyla kuvvet aldığımız ağabeyimizin, babamızın, kardeşimizin hikâyesidir.

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Ruhi Su, işlenmiş sesin ötesinde başka bir şey. Örneğin bilinç, örneğin sesin başkaldırısı, örneğin halkın diri yanı, durmadan yenilenen yanı. Su’yu dinlerken tarih bilinci ile coşmamak elde değil”; Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’nin, “Ruhi Su, anonim halk ozanlığı geleneğiyle bireysel sanatçı özgünlüğünü, sesi, sazı, sözü ve yüreğiyle, ödün vermeksizin bir kuyumcu gibi işleyerek araştırarak, titizlenerek bir kapta kaynaştırmasını bildi”; Melih Cevdet Anday’ın, “Yeni Türkiye’nin yarattığı, geleceğe dönük bir sanatçıdır. Onun önemi buradadır,”[8] diye betimlediği bir sonsuzluktu Ruhi Su usta…

Karadeniz’in asi çocuğu ve hepimizin yoldaşıydı ve “Benim için Diyarbakır ve Karadeniz arasındaki tek fark Karadeniz’de deniz olmasıdır,” diye haykırırdı O…

Kazım Koyuncu, 25 Haziran 2005’te hayata veda ettiği gün ölümsüzleşti. Ardından da bir efsane hâline geldi. Onu ölümsüzleştiren ve çok kısa bir sürede de efsane hâline getiren taşıdığı kimliği ve verdiği mücadeledir. Yaşarken sergilediği duruş çok önemlidir. Şan, şöhret ve paraya tapmadı. Koyuncu’nun mirası yalnızca; sesi, sanatçılığı ve albümleri değil. Onun müzikalitesi konusunda son kararı şüphesiz müzik otoriteleri verebilir. Bizi ilgilendiren ve hep önplana çıkarmamız gerekense; Koyuncu’nun duruşu ve mücadelesidir. Onun mirası budur. Koyuncu’yu sağken de, günümüzde de önemli ve aranır kılan bu mirasıdır.

O, politik söylemlerini ve hak mücadelesini hiç bir zaman bırakmadı. Zaten onu ölümsüzleştiren de yalnızca söylediği şarkılar değil, bu söylem ve mücadelesiydi. Ona bu şarkıları söyletenin de o söylem ve mücadelesi olduğunu hatırlamak gerek. Şan, şöhret, para kazanayım da keyfime bakayım, demedi. Tam tersine fedakârca mücadele etti. Lazca şarkılar söyledi. Diğer dillerde şarkılar söyledi. Lazca’nın farklı bir dil olduğunu Türkiye’de çoğu kişi ondan öğrendi. Yalnızca Lazca şarkı söylemekle kalmadı; Lazca’yı çeşitli platformlarda savundu. Doğayı kirletenlerle mücadele etti. Karadeniz otoyolunun doğaya zarar vereceğinin düşünüyordu. Buna karşı da kavga verdi. Emek mücadelesinde yerini aldı. Ülkemize barışın gelmesi için mesaj vermek amacıyla Diyarbakır’a gitti ve kardeşlik şarkıları söyledi.

Koyuncu, insani değerleri tüketen ve sömüren kapitalist yabancılaşmaya yakın bir yerlerde durmuyordu. “Sistemin şarkıcıları”ndan birisi hiç de değildi. Onun onurlu mirasına sahip çıkabilmek için, bu mücadelenin bilincinde olmak ve Kazım Koyuncuları çoğaltmak gerekiyor.

“Nedir Alevi-Sünni/ Nedir Yahudi/ Nedir bu gâvur-Müslüman/ Nedir Bedevi/ Her doğuş masumdur, bura bir insan evi/ Herkesi kardeş görüp gülmeliyim yine,” diye haykırırdı 20 yıl önce Sivas’ta yakılıp, katledilen Alevi-Bektaşi halk ozanı Nesimi Çimen…

‘Gittin Gideli’ de, “Öyle ağırım ki kendime/ Sen benden gittin gideli/ Terim küs olmuş tenime/ Sen benden gittin gideli,” diyen Nesimi’nin oğlu Mazlum Çimen, “O bugün yaşasaydı Gezi Parkı’nda curasıyla ‘Barış Güvercini’ni söylerdi” deyip, babasının şu sözünü hatırlatır hepimize:

“Aşkı olmayanın dini imanı olmaz”!

Ya “Bayram benim neyime/…/ Kan damlar yüreğime/…/ Bitsin artık kara zulüm/ Bayram benim neyime/ Hep bize mi bunca ölüm/ Kan damlar yüreğime…/ Bayram benim neyime,” diye haykıran Rahmi Saltuk’u unutmak mümkün mü?

Saltuk’un o türküsü 1969 tarihindeki işçi direnişinde katledilen Şerif Aygün içindi…

Saltuk (1945 Dersim) küçük yaşlarda saz çalıp türkü ve deyiş söylemeye başladı. A.Ü. Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1968 kuşağındaki çok sayıdaki genç gibi siyasete ilgi duydu. 1966’da Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. Ruhi Su’nun tok sesine benzeyen sesi ile söylediği türküler, sol-sosyalist çevrede tanınmasını sağladı. İşçi hareketinin, öğrenci hareketinin, işgallerin, direnişlerin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının üniversitelerdeki eylemlerinin vazgeçilmez sesi oldu.

1971 askeri darbesinin ardından yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. 1974’te Türkiye’ye döndü ve mücadelesini sürdürdü…

Nihayet “Yaşayan büyük bir efsane”[9] diye nitelenen Kürt ozanı Şivan Perwer…

“Müzikle tanışması zor olmuyor Şivan’ın, nitekim dengbéj bir anne ve babaya sahip. Geleneksel Kürt müziği ve o otantik nağmelerle büyüyor. Gelecekte profesyonel müziğe adım attığında da hakkını veriyor bu nağmelerin. Ve onlara asla ihanet etmiyor.”

Birçok dönüm noktası var Şivan’ın hayatında. Bunlardan bir tanesi Ankara Güney Park’taki Güneydoğu Gecesi… Yıl 1975, onca yasağa karşın Türkiye’de ilk kez Kürtçe şarkı söylediği için arka kapıdan çıkarılır.”[10]

Ancak sürdürür mücadelesini. Gerillanın, isyanın dilinden düşmez türküleri. Çünkü O özgürlüğünü haykırır Kürtlerin.

Ve ulaşır bugünlere dek Kürdistan’ın savaş ve zafer narası olarak…

 

DEVRİMCİ SİNEMANIN “ÇİRKİN KRAL”I: YILMAZ GÜNEY

 

9 Eylül… Aklımın ve gönlümün bir yanı da 29 yıl önce yitirdiğimiz yeri doldurulmaz bir kayıpta, yoldaş(ımız) Yılmaz Güney’de… O, 29 yıldır Paris Komüncüleriyle yan yana yatıyor…

“Yılmaz Güney’i, sinemamızda açtığı çığırla, söyleyecek sözünü mutlaka söyleme kararlılığıyla ve ezilen halklardan, ezilen insanlardan, ötekileştirilenlerden yana hiç ödünsüz tavrıyla hatırlıyorum, hatırlayacağım.”[11]

“Hadi takas edelim bir şeylerimizi. Mesela gülüşünden ver, ömrümden al,” diyen insanî duyarlılıklarıyla hepimizi: “Arkadaşlar! Dışarıda bir şeyler oluyor farkında mısınız? Uykuda olanları sarsın, uyandırın. Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir. Karanlıkta ne yapacaksınız?”

“Göğsümü gere gere ben sosyalistim demiyorum. Küçük ve acemi bir çırağım şimdilik. Safım açık ve bellidir. Emekçi ve yoksul halkımın safında, bilimsel sosyalizme inanan, sosyalizmin acemi sanatçısıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım. Bu yüzden başıma gelebilecek belaları şimdiden göğüslemeye hazırım. Halk yolunda halk için ölüm, şerefli bir ölümdür…”

“Umut dışta değil, içtedir. Umut kendi toprağımızda ve kendi halkımızdadır…”

“Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü,” diye uyarak O, öncelikle bir Marksist-Leninist’ti…

“Yılmaz Güney büyük bir sinemacıydı, hatta daha önemlisi Asya-Afrika-Latin Amerika’da içinde olmak üzere, üçüncü dünyanın sözcüsü direnişçi bir geleneğin önderi olmuştu. Bütün bunlar doğru, ama Yılmaz Güney’in en büyük şiiri yaşamı, direnci ve boyun eğmemesiydi, hayatı boyunca vicdanına sadık kalması ve inanılmaz dürüst ve insanın gözlerini kamaştıran bir süreçle tüm Türkiye tarihinin yeniden yazılmasına neden olacak bir varoluş alanı yaratmıştı. Güney’in sanatı ve yaşamı, bütün Türkiye’ye ayna tutan ve tarihimizin yazılırken bileşenlerin, olayların, tarihin ve siyasi iktidarın mantığının en iyi anlaşılabileceği örnekleri veriyordu.

Hakikât şudur: Yılmaz Güney bir marabanın, topraksız köylünün, bir evdecinin oğluydu ve bir bütün Anadolu Halkları adına isyan ettiğinde ve siyasi iktidarın onu biat ettirmek için elinden gelen her şeyi yaptığında davasından vazgeçmeyerek direnmesi Cumhuriyet’in anti-tezi olmasına yol açmıştı. Aynı şekilde yazdıklarından, yaptıklarından ve söylediklerinden anladığımız kadarıyla Osmanlı için de çok daha radikal düşünceleri ve sezgileri olan birisiydi. Yılmaz Güney Türkiye’de siyasi iktidarın, resmi tarihin, tarihçilik yazımının bir anti-teziydi, bu nedenle ne muhalifler ne de siyasi iktidar onu kabul edemedi, çünkü Güney sınıfsal kökenine, o insanların hayatına her zaman vicdanen sadık kaldı.”[12]

Ve hepimize örnek oldu, oluyor ve olacak da…

 

EPİK TİYATRO USTASI BERTOLT BRECHT

 

“Karanlık zamanlarda/ şarkı da söylenecek mi?/ Elbette, şarkı da söylenecek,/ karanlık zamanları anlatan,” diye haykıran biriydi…

Hepimizi uyarırdı bilge bir militanlıkla:

“Akıllılar ahmaklardan yaşıyor, ahmaklar da çalışarak…”

“Biz olmasaydık onlar zengin olmazdı…”

“Ne çok insan vardı her şeye evet ve amin diyen…”

“Hiçbir şey bilmeyen cahildir, ama bilip de susan ahlâksızdır…”

“Aç adam, kitaba davranır: Çünkü o silahtır…”

“Bilimin amacı sonsuz bilgeliğin kapısını açmak değil, sonsuz hataya sınır koymaktır…”

“Büyük sıçrayışı gerçekleştirmek isteyen, birkaç adım geriye gitmek zorundadır. Bugün yarına dünle beslenerek yol alır…”

“Bir tabiat kanunu değildir savaş, barışsa bir armağan gibi verilmez insana; savaşa karşı barış için katillerin önüne dikilmek gerek, ‘Hayır yaşayacağız!’ demek. İndirin yumruğunuzu suratlarına! Böylece mümkün olacak savaşı önlemek…”

“Vay o milletlere ki kahramanlara muhtaç kalırlar!”

İnsan(lığ)a umut, cesaret ve bilinç aşılamıştı her daim…

Ve sorardı hepimize:

“Doğrusun, söylersin düşündüğünü,/ Ama düşündüğün ne?/ Yüreklisin,/ Kime karşı?/ Akıllısın,/ Yararı kime?”

“Özgürlük neye yarar,/ yaşarsa bir arada/ özgürlerle tutsaklar?”

Şunu hatırlatırdı hepimize:

“Ama barış ağaç değil,/ ot değil ki yeşersin;/ Sen istersen olur barış,/ İstersen çiçeklenir…”

Adı Bertolt Brecht’ti…

Epik tiyatronun dahisi, ölümsüz bir komünist sanatçıydı…

“Böyle oluyor büyük sanatçılar; dün bugün, geçmiş gelecek, eski yeni dinlemiyorlar; her zaman taze, hep yeni şeyler söylüyorlar okuruna, izleyenine.

Bertolt Brecht de bunlardan biri…

Brecht ilk şiir örneklerini verdiğinde on altı yaşındaydı ve yıl, Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914’tü. Varlıklı bir aileden, Bavyera’nın doğa güzellikleri içinde yaşayan, ozan ruhlu, avare lise öğrencisiyken savaş onu bambaşka dünyalara sürükledi. Tıp öğrenimine başlar başlamaz sağlık görevlisi olarak askere alındı. İnsan hayatının sermaye düzeninde kolayca harcanıveren ne denli ucuz bir şey olduğunu gördü. Savaşta ölmek, yüce bir amaç değil, gülünç, zavallıca bir durumdu.

Savaş sona erdiğinde bütün kurumlarıyla yıkılmış Alman toplumu içinde Brecht, anarşizme varan, alaycı başkaldırı şiirleri yazıyordu. Tanrı, halk, vatan gibi kutsal sayılan değerleri, utanma ve sıkılma duygularından arınıp toplum dışı bir anlayışla yerden yere vuruyordu. Sokak dili, imgeden uzak düz anlatım, doğaya ve egzotik dünyalara yakınlığın bireşiminden yepyeni bir şiir dili yaratmıştı. Kutsal kitapların açık sözlülüğünden sokak şarkıcılarının ağır duygusallıklarına dek türlü anlatım biçimlerinin özellikleri yer alıyordu bu şiir dilinde.

Brecht’in başkaldırı dünyası 1920’lerin ikinci yarısında Marksizmi öğrenmesiyle sınıfsal bir temele oturdu. Artık sermaye düzeninin bilinçli bir karşıtıydı. Aynı dönemde Çin şiirine duyduğu ilgiyle şiiri dingin bir olgunluğa kavuştu. Yalın söyleyiş içinde patlayan zekâ kıvılcımlarıyla etkiledi okurlarını. Oyunlarının kazandığı büyük başarının ardında bu parlak şiir dilinin payı büyüktür.”[13]

Nihayet şöyle anlatırdı sosyalizmi o bilge hepimize:

“Kolaydır sosyalizm/ Yatar aklına herkesin/ Herkes anlar onu/ Sömürücü değilsen anlarsın sen de/

Bak bakalım sana bir yararı var mı?/ Cahillere göre içinden çıkılmaz bir şey/ Kötülere göre berbat mı berbat/ Oysa cahilliğe de, kötülüğe de karşıdır o/

‘Sosyalizm suçtur’ der sömürenler/ Ama biz biliriz onun ne olduğunu/ Sosyalizm kuruduğu yerdir suçların/ Sosyalizm çılgınlığın sonu/

Kim demiş ‘sosyalizm kargaşadır’ diye/ Tersine kargaşanın çözümü/

Sosyalizm gerçekleşmesi güç/ Ama en basit şeydir der/ Bitiririm sözümü…”

 

TUVALE NAKŞEDİLEN UMUT, SEVDA, DİRENÇ, ACI VE ZAFER

 

Tuvale nakşedilen umut, sevda, direnç, acı ve zafer deyince aklıma hemen Eugene Delacroix’nın, “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosundaki barikat gelir… Sonra da Jak İhmalyan ile Frida Kahlo sökün eder…

“Rüyaları asla resmetmedim. Canlandırdıklarım benim gerçeklerimdi,” derdi Frida Kahlo ve eklerdi: “Bir sürrealist olduğumu bilmiyordum, ta ki Andre Breton, Meksika’ya gelip de bana ‘Öylesin,’ diyene kadar…”[14]

Hayatının büyük kısmını Meksiko Coyoacanda’daki Casa Azulde geçiren O; 6 Temmuz 1907’de doğmuş olmasına rağmen doğum gününü 7 Temmuz 1910 ile yani Meksika devriminin başlangıcı ile değiştirmiştir. Hayatını devrimle başlamış sayan Frida, hayatı boyunca toplumsal hareketlerden, sol düşünceden uzak kalmamıştı.

Frida, yaşamını biçimlendiren parçalanmış omurgasına mündemiç hikâyesini şöyle anlatırdı: “Önce başka bir otobüse binmiştik. Ama küçük şemsiyemi unuttuğumu görünce, aramak için indik, beni harabe eden otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta oldu… İnsanın çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru değil. Gözümden bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi beni deldi geçti.”

Dillendirdiği kazanın reçetesi üçüncü ve dördüncü omurga kemikleri kırılması; kalçada üç, sağ ayakta onbir kırık, sol kalçadan giren ve vajinadan çıkan demir çubuğun yol açtığı derin yara, cinsel organda sol dudak yırtılması olan Kahlo, uzun süreler alçı ve acı korsesi içinde yaşamına devam etse de, aktif siyaset hayatından bile geri durmamış, Zapata’nın bir mirasçısı olarak Komünist Parti’ye üye olmuştu.

Yaşamında çektiği acıların temelinde yakalandığı hastalıklar ve Diego Rivera vardı.

“Acımı boğmak için içtim; ama lanet olası acım yüzmeyi öğrendi,” derdi Frida Kahlo

Diego Rivera ile olan aşkı “güvercin ile filin aşkı” olarak nitelendirilen O; kendi ifadesiyle “Uçmak isteyip de uçamayan bir kuş”tur…

O, eserleri dahil her şeyiyle demir kadar sert ve bir kelebeğin kanatları kadar hassas bir kadındı; ressamlığın, sosyalistliğin, feministliğin, şairliğin, yazarlığın vücut bulmuş hâliydi…

“Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım,” diyerek yaşamının en yalın ve anlamlı özetini yapmayı başarabilen; acı içinde, aşk yoğunluğunda, toplumsal muhalefetin merkezinde yaşamıştı.

“Ayaklar, uçmak için kanatlarım varken sizi neden arayayım?” diyen Onun için Pablo Picasso, “Hiçbirimiz onun gibi insan yüzleri çizemiyoruz” demişti.

Hiçbir görüntüde bu kadar rengarenk işlenmiş bir kasvet bulamayacağımız resimlerin sahibiydi.

  1. yüzyılın sürrealist Meksikalı kadın ressamıydı; karizmatikti; gerçek adı: Magdalena Carmen Frieda Kahlo Y Calderon idi…

Resimleri kesinlikle rahatsız edici, bunaltıcı, insana sıkıntı veren ama etkisi altına alan ve bu etkisini uzunca bir süre hissettiren tarzdaydı.

Albert Einstein bilim dünyası için ne kadar değerliyse, Frida Kahlo da resim sanatı için o kadar değerliydi; mükemmeldi, müthişti, fevkâlâdeydi…

Hayatın bilinen bilinmeyen bütün renkleriyle düşünen, yaratan kadındı. Meksika’nın renkli kültürünü ve devrimciliği ve hüznü ve sürrealizmi bir arada barındırırdı yapıtları.

Politik ve sanatsal anlamda devrimci bir sanatçıydı. Andre Breton onun resimlerini görünce yıllarca sayfalar dolusu anlattıkları şeyleri bir tek tabloda gördüğünü ve hayran kaldığını söylemişti.

1953 yılında Diego Rivera, “Frida Kahlo, yoğunluk ve derinlik bakımından Meksika’nın en büyük ressamlarından biridir. Kişiliğini saç modelleriyle, kıyafetleriyle, pahadan çok tuhaflıkları ve güzellikleriyle dikkati çeken takıları bol bol kullanmasıyla ortaya koyar. Giyinişiyle ulusal ihtişamımızın canlı timsalidir. Ulusunun ruhuna ve kimliğine asla ihanet etmemiş, beraberinde New York ve Paris’e taşımış, eserleri oralarda ustaların takdirini kazanmıştır,” derdi.

Haksız da değildi…

Ve bizden birisi, Anadolu Ermenisi, bir komünist ressam Jak İhmalyan…

Mayda Saris’in, ‘Jak İhmalyan: Sürgünde Bir Ressam’[15] başlıklı yapıtı ve sergisiyle hatırlandı bir kez daha O…

Mayda Saris’in, “Resimlerinde yaşamın hem gündüzü hem gecesi var,” dediği O; “Hem komünist, hem Ermeni”ydi…

Nâzım Hikmet’in, Abidin Dino, Aziz Nesin’in arkadaşı, hep sürgünde yaşamış bir ressam İhmalyan.

Şiir kitabını resimlediği Nâzım’ın, ona “Günün birinde onlara layık şiirler yazmaya çalışacağım,” diye teşekkür ettiğiydi.

Aziz Nesin’in Sansaryan Han’ın hücrelerinde karşılaştığı Jak ve Vartan İhmalyan kardeşlerle ilgili şöyle bir tespiti var: “Polisler en çok bu iki kardeşe kızarlardı, hem de iki kez kızarlardı; bir komünist oldukları için, üstelik bir de Ermeni oldukları için…” diyordu.

Şöyle söz ederdi kendinden: “Kendimi bildim bileli, değil bir toplumda, bir ailede bile haksızlığa, güçlünün güçsüzü, kurnazın temizi ezmesine dayanamamışımdır. Bundan ötürü, sevdiğim ve savunmak istediğim kişileri, canlıları çizer dururum. Natürmort bile yapacak olsam, kristal vazolarda soylu yemişlere pek elim varmaz da, mutsuz ya da yarı mutlu çoğunluğun alçakgönüllü sofrasına gidi-gidiverir fırçam.”

Evet, evet bu sözler, gizli Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyelerinden, Konya 1913 doğumlu Türkiye Ermenisi ve çocuk masallarıyla tanınan yazar Vartan İhmalyan’ın (İhmal Amca) 1 Nisan 1978’de sürgünde, Moskova’da ölen ressam ve TKP üyesi kardeşi Jak İhmalyan’a aitti.

Ve “Her sanatın olduğu gibi, resmin de kendine göre bir dili, bir okunuşu var. Bu dili edebiyattan uzaklaştırabildiğim kadar uzak, musikiye yakın bulurum. Başarılı bir tablo, kompozisyonu, siyah boyası, ışık-gölgesi ve renkleriyle görücüsünü hipnotize eden, ancak sonra içini karşısındakine yalansız, büyük bir içtenlikle açan, dolambaçsız söz eden ve kolay sindirilen bir tablodur,” derdi O…

Metin Deniz, Jak İhmalyan’ın 1993’te, ölümünden tam on beş yıl sonra İstanbul’da açılacak sergisi için Abidin Dino’dan bir yazı istemişti. Dino’nun, “Hoş Geldin Memleketine Jak” ve “Anadan Doğma İstanbullu” başlıkları arasında kararsız kaldığı bu yazı, “Yok Beyrut, yok Moskova, yok Pekin… Hepsi nafile, aklı fikri İstanbul’daydı” der ve ekler:

“Türkiye öylesine işlemişti ki yüreğine, yapılacak bir şey yoktu, nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın, resimleri İstanbul’un silinmez damgasını taşıyacaktı sonuna dek.”

Ama, “Sakın bu söylediklerim yüzünden Jak’ın sabah akşam Sarayburnu, Kızkulesi, Üsküdar konulu resimler yaptığını sanmayın, hele Haliç’te güneşin batışı filan değildi onu ilgilendiren. Onun sevdiği kent, Sait Faik’in -hangi şeyden söz ederse etsin- her satırında var olan gösterişsiz, halis ve sade bir İstanbul’dur…”

Sonra da, 1940’lı yıllarda düşünceleri yüzünden uğradıkları baskıları da paylaştığı dostuyla Haliç kıyılarına uzanıyor Dino: “Bir zamanlar Jak’la, az mı dolaştık Haliç kıyılarında! Oralarda rastladığı insanları ustalıkla çiziyordu peşpeşe.

Defterler dolusu insan topluyordu Jak. Şimdi düşünüyorum da, belki içine doğmuştu ayrılık da bir ömür boyu yetecek kadar imge biriktiriyordu, ne olur ne olmaz. Belleğinin debboylarında imge balyaları yığılıyordu böylece, tepeleme…

Evet, Jak’la bir zamanlar karaya çekilmiş çürük tekneler arasında, yıkık dökük atölyeler yamacında az mı sürttük… Bir deniz kokusu, bir de o renkler…”

Aziz Nesin ise şunlardan söz ediyordu:

“Sevgili Jak İhmalyan ve ağabeyi Vartan İhmalyan, birlikte öldüklerimdendir. Bu kitapta, kendileriyle birlikte öldüğüm insanları anlatacağım. Jak’la Vartan birlikte öldüklerimden iki kardeştir. Has Türkiyeli yurttaşım iki Ermeni…”

Jak İhmalyan’la yedi-sekiz ay birlikte hapis yatmış olan Aziz Nesin, o günleri anımsarken, İhmalyan’ın çok sevdiği ülkesini terk etmek zorunda kalışına, 1940’ların Türkiye’sini olanca acılığıyla betimleyen bir yorum getiriyor:

“Beni bir başka cezaevine göndermişlerdi. Aradan zaman geçti, başka bir cezaevinde yine buluşmuştuk. Sonra uzun yıllar göremedim Jak’ı. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi, Nâzım Hikmet’in yurtdışına çıkmak zorunda kalışı, Türkiye’de pek çok ilerici aydını etkilemiştir. İşçi sınıfı davasını benimsemiş olan yazarlar can güvenliği duymuyorlardı. İşte bu etkiyle olacak, Jak da canını yurtdışına attı. İyi mi yaptı kötü mü? O dönemin koşullarını iyice bilmeden bir şey söylenemez… Bizler solcu olarak aşağılanır ve aşağılanmaya uğrarken, Ermeni arkadaşlarımıza bize yapılanın çok daha ağırı yapılmıştır. Solculuk bir suç, ama solcu Ermenilik yasa önünde değilse de, yasaları uygulayanların gözünde daha da ağır bir suçtu. İşte Jak’ın yurtdışına canını atmasında bütün bunların etkisi vardır sanırım.”

Mayda Saris’in kitabında, İhmalyan’ın dünyaya, yaşama, sanata bakışını gözler önüne seren “Kimliğim, Dünya ve Sanat Görüşüm” başlıklı bölümde şunları der İhmalyan:

“1922 doğumlu, doğma büyüme İstanbulluyum. Anam babam Anadolulu olduğundan, gelenek ve görenek bakımından, kentlilik yanında bir dereceye kadar Anadolu uşağı da sayılabilirim. Demem şu ki, Anadolu’yu hiç yadırgamam…”

“Daha 15 yaşındayken Abidin Dino, Nuri İyem, Selim Turan, Avni Arbaş, Haşmet Atay, Turgut Atalay gibi benden 10-15 yaş büyük olgun ressamlardan hocam, arkadaşım dostlarım, 17 yaşında ise genç ihtiyar yoldaşlarım vardı.”

“İstanbul’daki önemli sergilerin açılış törenini bir gelenek olarak önemli kişiler açar. Vali, belediye başkanı, büyük yazarlar gibi. Biz ise ilk kez geleneği bozmuş, balıkçılar birliğinden basit bir balıkçı çağırmıştık. İş elbisesi, çizmeleri ve muşambasıyla geldi ve kurdelayı kesti. Bu sergi İstanbul’un gerek sanat hayatına gerek politik hayatına unutulmamak üzere giren bir olay oldu. O kadar büyük rağbet gördü ki gerek sergiye katılan ressamların çoğunun solculuğu, gerek sergideki resimlerin konularının iktidarın hoşuna gitmemesi yüzünden üç dört gün sonra sergi polisçe kapatıldı. 1944 komünist tevkifatında ‘Liman’ sergisi ve sergiye katılanların adı çok geçmiştir…”

Unutulmasın diye tekrarlıyorum: Jak İhmalyan bir TKP’liydi…

 

EZİLENLERİ SESİ, SOLUĞU: EDEBİYAT

 

İlhan Berk’in, “Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz”; Gustave Flaubert’in, “Yazmak yaşamanın bir biçimidir”; Mehmet Ercan’ın, “yaşamak için yazmak, yazmak için yaşamak gerek,”[16] diye betimlediği eylemin edebiyat boyutu için “Resim için ışık neyse, edebiyat için de düşünceler odur,” der Paul Bourget…

Devrimci edebiyat deyince akla hemen Maksim Gorki, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Mehmet Uzun, Musa Anter ile diğerleri gelir…

‘Ana’sı ve ‘Benim Üniversitelerim’ ile hepimizin belleğinde ölümsüz bir yer edinen Maksim Gorki’nin yapıtlarındaki parlak betimlemeler her zaman başköşededir:

“Hep ileriye giden insan ölüme giden insandır. Zaman zaman arkana dönüp bakmazsan yaşayamazsın…”

“Felsefesiz yapamayız, çünkü her şeyin bilmemiz gereken gizli bir anlamı vardır…”

“Mutluluk, elindeyken her zaman küçük görünür; ama elinden gitmeye görsün, o saat anlarsın ne kadar büyük ve değerli olduğunu…”

“Kader, fakirlerin isteklerini bastırmaktan, iradelerini yok etmekten başka bir işe yaramaz…” gibi!

Türkiye edebiyatında iki usta isim Rıfat Ilgaz ve Sabahattin Ali: Onlar ‘Fedailer Mangası’nın iki üyesiydi.

Tahir Şilkan’ın ifadesiyle, “Sabahattin Ali, edebiyatımızın büyük ustası, öyküleri, bugün bile en çok okunanlar romanlar arasında yer alan ‘Kuyucaklı Yusuf’ ve ‘Kürk Mantolu Madonna’sı neredeyse tümü şarkı sözü olmuş şiirleri ve yazdığı direngen, eleştiren, yol gösteren, mücadeleye çağıran yazılarıyla unutulmayan, tek parti iktidarlarının hedef tahtasına koyduğu, zulmettiği ve katlettiği aydındır.”

Ki tam da bundan ötürü Sabahattin Ali, Türkiye’de “faili meçhul” cinayetler denince ilk akla gelen isimlerden. Kısa yaşamına epey ürün sığdıran, fikirleri ve yaşamıyla hep ilgi çeken bir yazın ve düşün emekçisiydi.

Hatırlayın: Sinop cezaeviydi ve kaleme aldığı ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’la, “Sinop kalesinden uçtum denize/ Tam üç gün üç gece göründü Rize/ Karşıki dağlardan gel oldu bize/ Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz…”

‘Geçmiyor Günler, Geçmiyor’unda, “Burda çiçekler açmıyor/ Kuşlar süzülüp uçmuyor/ Yıldızlar ışık saçmıyor/ Geçmiyor günler geçmiyor

Avluda volta vururum/ Kah düşünüp otururum/ Türlü hayaller görürüm/Geçmiyor günler geçmiyor…”

‘Aldırma Gönül’ün de, “Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül, aldırma/ Ağladığın duyulmasın,/ Aldırma gönül, aldırma…”

Nihayet henüz 24 yaşında yazdığı ‘Dağlar’ında, “Bir gün kadrim bilinirse/ İsmim ağza alınırsa/ Yerim soran bulunursa/ Benim meskenim dağlardır…” diye haykırıyordu.

Nâzım Hikmet’in, “Türk edebiyatının ilk devrimci-gerçekçi hikâyecisi ve romancısı” olarak selamladığı Sabahattin Ali’nin, “Edebiyata nasıl başladınız?” sorusuna yanıtı kısa olmuştu: “Kitap okuyarak.”

O bıkıp usanmadan okudu, yazdı, düşündü. Toplumsal çelişkilere tepkisini sanat yoluyla gösteren yetkin bir yazar oldu. Öyküden romana şiirden oyuna kadar çeşitli edebi türlerde yapıtlar verdi. Yapıtlarında insanın trajedisine, toplumsal yaşamdaki çelişkilere, yaşamın acı gerçeklerine emekçi insanların sorunlarına ışık tuttu. Öykü ve romanlarının arka planında dönemin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısındaki çarpıklıklar, yozlaşan değerler yer alıyordu.

Çünkü Ona göre, “… Sanatın biricik amacı, insanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmektir”, “Sanat, insana insanı, hayatı ve bunların anlamını öğretmekle görevlidir. Sanatçı kitle ile birlikte ıstırap çekecek, halk ile birlikte gülecek, onunla birlikte isyana kalkacaktır. Sanatçı geniş kitlelerce anlaşılmak istiyorsa, süslü ve oyunlu, karışık bir anlatım yerine yalın bir anlatımı seçmelidir. Ve sanatı, bilimi, kültür varlıklarını yalnızca belli sınıfların hizmetinden kurtarıp bütün milletin malı hâline getirmek gerekir…”

Yine O, “Sanatın bu görevi yerine getirebilmesinin koşullarından birisi, ‘gerçekçi’ olmasıdır. Ama bu, tümüyle romantizme sırt çeviren ve natüralizme yüz veren kuru, aldatıcı ve edilgen bir gerçekçilik değildir. Etkin, ‘namuslu ve samimi’ bir gerçekçiliktir. Gerçekçiliğin bir başka bir özelliği de ‘inandırıcı’ olmaktır…” demektedir.

Nihayet Sabahattin Ali, ‘Ali Baba’ dergisinin 25 Kasım 1947 tarihli nüshasında yer alan ‘Ne Zor Şeymiş’ başlıklı yazısında (devrimci sanatçının ne ve nasıl olması gerektiğini anlatırcasına) diyordu ki:

“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunla, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.

Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: ‘Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…’

Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi? Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer!”

Sabahattin Ali gibi, devletle cebelleşerek yazan Orhan Kemal de yaşam koşullarının çetinliğine karşın yazmak tutkusunu, inadını hiç elden bırakmayan bir yazın insanımızdı. Şiirle başladığı yazı serüvenini, emek insanlarının yaşantılarını konu aldığı hikâye ve romanları ile sürdürdü. İşçilerin, yoksulların yanında yer alışı yüzünden dönemin siyasi polisini yanı başında duyumsadı hep. Her taşın altında solcu arayan devletin soluğunu da… Kimi zaman komünistlik suçlamaları ile karakollarda buldu kendini. Kimi zaman cezaevinde… Yılmadı. Hikâye ve romanları ile ezilenlerin, işçilerin, ırgatların, yoksulların yanında oldu. Orhan Kemal’i tanımlarken “…O, her zaman ekmeğin ve işin, insanın ve umudun da yazarıdır” derdi Tarık Dursun K.

Orhan Kemal de tıpkı Gorki gibi çeşitli işlerde çalışarak hayatını kazandı. Tıpkı Gorki gibi insanlığın ortak sorunlarına, sıkıntılarına, umutsuzluklarına değindi, o yüzden hem kendileri hem kahramanları birbirine benzeşti…

Orhan Kemal, gerçekçi biçemden uzaklaşmadan yaşamın gerçeklerini yazmış, bize insana inanmayı salık verebilmiştir. Baba Evinde dediği gibi:

“Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın küreyvelerinde duydum. Ve sen, benim iyi, benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!”

O bizdi. Hep bizleri yazdı. İşçi, kâtip, memur, emekli, üçkâğıtçı, hamal, amele, yosma, çamaşırcı, bulaşıkçı, çapacı, ağa, bey, işsiz güçsüz, kadın, kız, gelin, Tatar ağa, Kabak Hafız…

Kalemini bir spot gibi kullandı. Işığı onlara tuttu ve bize gösterdi. Bizi bize anlatan kalemlerimizdendi.

Gösterişsiz, yalın edebiyatın doruklarında dolaşmıştır Orhan Kemal. Anlatacağını “oyun”lara, “numara”lara sığınmadan dosdoğru anlatmıştır. Gücünü, sıcaklığını “insan”dan almıştır. Edebiyat aracılığıyla insana ulaşmamış, insan aracılığıyla kendi edebiyatını yaratmıştır.

Orhan Kemal Çukurova’dan geliyordu. İşsizliği, açlığı, acıyı, sömürüyü görmüş, yaşamıştı. Kitaplarda okumamıştı bunları. Toplumsal gerçekçilik denen şeyden haberi bile yoktu belki. Yazarlık içgüdüsü gözlemciliğiyle birleşip yeteneğiyle de beslenince, kendini Gorki’lerin, Steinbeck’lerin çizgisinde buldu. Öykünmeyle değil, kendiliğinden oluveren bir şeydi bu.

Gerçekten de “Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazı adamı için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek. Ve halkın değişimini algılamak… Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek,” diyen Orhan Kemal, emekçi sınıfın yazarıdır. Hayatı ve insanları tanıdığı, sınıf bilinci kazandığı ilk günden itibaren, kaderini bağladığı insanların, emekçilerin gerçeğini anlatmıştır.

Orhan Kemal, gerçek bir yaratıcı yazar olarak, yazdığı öykü, oyun ve romanlarında; tanıdığı, sevinç ve korkularını, özlemlerini, beklentilerini, kaygılarını çok iyi bildiği insanları anlatmıştır. Anlatmak için çok iyi gözlemlemek, bilmek, tanımak önemli ve gereklidir ancak yalnızca bunların yetmeyeceği de açıktır.

Çok iyi tanınan fabrika işçileri, çırçır, patoz, tarım işçileri, ırgatlar, sokak satıcıları, küçük esnaf ve zanaatkârlar, onların çalışma koşulları, yaşadıkları çevre, gittikleri kahve, kebapçı, genelev, şu bu… Yazmak için bunları görmenin dışında yazar tarafından bunların anlamlandırılması gerekir. Bunun için bilgi, içselleştirilmiş bilginin, bilincin bulunması zorunludur.

Orhan Kemal hayatı yaşayarak öğrenenlerdendir. 1950’den sonra birbiri ardına yazdığı öykü ve romanlarında, iyi bildiği insanların hayatını çok etkileyici, yaşayan roman kahramanları yaratarak anlatmıştır. Onun öykü ve roman kahramanları canlı gibidir. Okuduğunuzda hikâyeleri anlatılan kişileri çok iyi tanıdığınızı, bildiğinizi duyumsarsınız. Edebiyatımızın en iyi anlatılmış roman kahramanları arasında Orhan Kemal’in anlattıkları ilk sıralarda yer alır.

Onun öykü ve romanlarında; geçimlerini sağlamak için en güç, en ağır çalışma koşullarında çalışmak zorunda kalan çocuk, genç, yaşlı, kadın erkek emekçiler vardır. Sınıf değiştirmek isteyen, yükselmek daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak isteyen genç kızlar, köyden kente ekmeğini kazanmak ve üretilen değerden payını almak için gelmiş, mücadele eden, çoğu zaman örgütsüz, örgütlenmek istediğinde başına patronun ve patronun destekçisi devletin sopasını yiyen insanlarımız vardır.

Yalın ve kısa cümlelerle yazmıştır. Açık seçik, anlaşılır, dolaysız metinlerdir yazdıkları… Girift, karmaşık anlatımlar yoktur. Edebiyatta özün biçimden daha önemli olduğuna inandığını ifade eden Orhan Kemal, “Biçim ve deyiş oyunlarıyla okuyucuyu aldatmayı sevmem. Sanatı ya bir akrobat gibi ya da insan olma haysiyeti ile bir ödev gibi kabul etme var. Ben ikinciye inanıyorum.”

Öncelikle bilinçli bir okuyucudur Orhan Kemal. Dünya ve ülke edebiyatından haberlidir. Çünkü Orhan Kemal’e göre, “… İyi bir hikâyeci, romancı, çok iyi bir sanatçı olmak bir yana, çağının ileri kültürünü edinmiş olmalıdır.” Orhan Kemal, geçtiği yolları, sokaktaki, kahvedeki, parktaki insanı gözlemleyen, dinleyen, anlamaya çalışandır. İnsancıl bir yazardır Orhan Kemal. Bunu, bütün yazdıklarında ortaya koymuştur, söylemiştir de: “… 72. Koğuş’un Ahmet Kaptanı’nı sevdiğim kadar, Berbat Tevfik’i de severim. Vukuat Var’ın, Elçi Çemşir, Hamza ve Berber Reşit’ini de severim. Çünkü, en fena insanlar bile, ellerinde olmayan sebeplerle kötü olmuşlardır. Sevilmeye, savunulmaya muhtaçtır…”

Bu nitelikleriyle “Orhan Kemal milyonlarca sessizin sesidir”, diyen yazarın oğlu Işık Öğütçü ekler:

“O toplumsal hafızada canlanıyor. Milyonlarca sessizin sesi var bu ülkede. Orhan Kemal de onların sesi. Çünkü söylenemeyenleri ilk kez o yazmış.”

“Her türlü insanı, sosyal sınıfı yazmıştır. Daha çok da iyi bildiği tanıdığı kesimleri ele almıştır. Tüm fakir fukara, dar gelirliler, küçük insanlar onun kahramanı, çevreleri kitaplarının mekânı olmuştur. Köydeki köylüyü yazmamıştır. Ama köyden kente göç eden büyük işgücünü gözlemlemiş, onların sorunlarını, sıkıntılarını, sömürülmelerini irdelemiş, bunları yazarak insanlığın daha iyi bir dünyaya, düzenli topluma kavuşmaları için kalemiyle mücadeleye katılmıştır. Kaleme alırken eserlerinin estetik yapısına dikkat etmiş, süslemelerden, uzun tiratlardan, akıl vermelerden kaçınmış, sorunun temeline sabırla, anlaşılır cümlelerle inmiştir. Toplumcu bir yazardır. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine inanır. Bundan dolayı pek çok kitabında okuyucu problemin çözümünü de bulmaktadır.”

Özetle Orhan Kemal, sınıfsal ayrılıkların serbest piyasa ekonomisinin liberal atmosferinde yeniden tanımlandığı günümüzde, uluslararası literatürde geliştirilen modern yaklaşımlara dayanarak çalışan fakirlerin yazarı olarak nitelendirilebilecek bir yazardır.

Orhan Kemal’in yapıtlarının kurgusunun temelinde, iş dünyasının acımasız şartlarında sınırlı sosyal güvenceyle ayakta kalmaya çalışan düşük gelirli insanlar yatar: Memurlar, tarım ve fabrika işçileri, büyük şehirlere göç edenler, seks işçisi olarak ayakta kalmaya çalışanlar ve sokağın amansız koşullarına hapsolmuş çocuklar. Mağdur edilmiş kesimin hayatlarıyla özdeşleşerek Türkiye’de gelişen kapitalizmin canlı bir portresini çizen Kemal’in kısa öykülerinin çoğu zenginliğin eşitsiz dağılımının ve büyük şehirlere yapılan göçün sonuçlarını ortaya koyardı.

Bir başka Kemal’e gelince; Muzaffer Oruçoğlu’nun, “Yaşar Kemal, savaşın amansız düşmanıdır. Savaşın, baskının yarattığı korkuyu, yani insanın ve ayrıntının gizini anlatırken anlıyoruz onun halis bir barış havarisi olduğunu,” notunu düştüğü “Yaşar Kemal’in destanında iyiliğin gücü yenik düşmez… “Yaşar Kemal dilin ve düşüncenin tüm olanaklarını zorlayan ve yenilik getiren bir yazardır. Hiç kimse Anadolu’nun doğasını ve insanını onun gibi anlatamaz. Onun gibi hissettiremez.”[17]

Tüm bu konularda O der ki…

“Evrende iki sonsuz doğurgan yaratıcı güç vardır. Biri insan, öbürü doğa. İnsan, yaratıcılığını yitirdiği gün, doğa yaratıcılığını bitirdiği gün her şey bitecektir. Doğa da insan da yok olacaklardır. Biz, sosyalistler olarak insanları yitirmiş oldukları yaratıcılıklarına kavuşturmak amacındayız. Yeryüzünde en büyük çabamız budur. Çünkü sömürgenlerin ilk ve başlıca işleri insanları kişiliklerinden sıyırmak olmuştur…”[18]

“Doğanın en küçük parçasının bile bir kimliği, bir kişiliği var. Yıllarca ben Savrun Çayı kıyılarında dağlara yürürken doğayla iç içe yaşadım. Pirinç tarlalarında yıllarca su kontrolörlüğü yaptım da… İşte o zamanlar yavaş yavaş, bir daldaki bir çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenlikte hiçbir yaprağın, bir köredeki hiçbir karıncanın, bir pınarın, Toroslar’dan ovaya inen Savrun Çayı gibi birçok çayın hiçbirinin biribirine benzemediğini gözlemledim. Bunların hepsini de Savrun Çayından öğrendim. Sonra düşüncelerimi geliştirdim…”[19]

Doğayı, insandan, insanı da umut ve isyandan asla ayrı düşünmeyen, ayırmayan Yaşar Kemal ‘Bu Bir Çağrıdır’ başlıklı yapıtının önsözünü şu sözlerle noktalar: “Çok hatalar yaptık ama umutsuzluğa düşmenin bir gereği yok. Bir ülke insanları insanca yaşamayı, mutluluğu, güzelliği seçecekse, bu, evrensel insan haklarından, düşünce özgürlüğünden geçer. Dilini ve onurunu istemek en temel ve doğal haktır…

Bugün bir umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki, bu yaraların sağılması bizim elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde… Gelin de doğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir!”

“Benim taraf tutmam kadar doğal ne var ki… Kendimi bildim bileli Türkiye’nin halklarının yanındayım. Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim.”[20]

“Gerçek bir demokrasiye ulaşmak kolay olmuyormuş. O da, kan ve gözyaşı istiyormuş. O da, akıl ve düşünce çabaları istiyormuş. Gerçek bir demokrasiye ulaşmak bir topluluğun, birkaç topluluğun iyi niyetli çabasıyla gerçekleştirilemiyor. Dışarıdan demokrasi de bir süs olaraktan, bir yalan olarak kalıyor. Demokrasiyi bilinçlenmiş halklar yaratır. Çünkü demokrasiyle yönetilmek en çok onun çıkarınadır.”

“Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da korkuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım kasabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerilerine düşeceğinden korkuyor, düşmesin diye taşı demir zincirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin derdim. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim.”

Yazmak ve yazarlık babında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki onursal doktora töreninde yaptığı konuşmasında şunları da der Yaşar Kemal:

“Bana onursal doktora verilmesinden dolayı çok mutluyum. Bugün bu ödül beni 20’li yaşlarıma götürüyor. Geçmişte öyle bir dünya, öyle bir devlet kuruldu ki şimdikinden daha kötüydü. Bir günde 150 yazarı aç bırakmışlardı. Bunlardan biri de bendim. Bizler sanatın ve sanatçının sorumluluğuna inanan bir kuşaktık. Sanatın dünyamızı zenginleştireceğini biliyorduk. Biz edebiyat aracılığıyla inatla yaşama sarıldık. Bu topraklarda yaşanan acıların, duyguların, özlemlerin sesi olmaya çalıştık. İnatla kendimize dönüp kendimizi gerçekleştirmeye çalıştık, çoğumuz bedel ödedik.”

Nihayet “Tek düşüm daha güzel yazmak” vurgusuyla ekler Yaşar Kemal:

“Ben edebiyata çocukken başladım. Çocukluğumda bizim köye çok âşıklar, destancılar gelirdi. Onlara çok meraklıydım. Köye her destancı geldiğinde ben onun yanındaydım, sonra onlar gibi şiir söylemeye başladım. Köyün kayalık dağına çıkar dağ üstüne, çiçekler üstüne türküler söylerdim kendi kendime. Epopenin kırıntıları bile olsa hâlâ yaşadığı böyle bir dünyada büyüdüm. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım -ki karşılaşmam tesadüftür – bir destancı olurdum. 16 ya da 17 yaşlarımda folklor derlemelerine başladım. Bir de tekerlemeler, destanlar, masallar derledim. (…)

Benim ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır. Stendhal, Tolstoy, Gogol, Dickens de benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir? Bana hep sordular, sen romanı niçin yazıyorsun? Bilemem dedim, bilsem de söyleyemem. Bir tek şey biliyorsam o da yaşamım boyunca bir tek düşüm olduğu, bundan sonra biraz daha, biraz daha güzel yazabilmek. (…)

Çağımızda dünya her yönüyle kabuk değiştiriyor. Değerler altüst olmuş. İnsanı insan yapan birçok değer yok oluyor. Ben çoğu kez yılanın kabuk değiştirmesini örnek veririm. Çünkü yılanın kabuğundan sıyrılması inanılmayacak kadar zor bir iştir, yürek paralar. Yılan kabuğunu değiştirirken yerine başka bir kabuk gelir, eskisini atıp gider yaşamını sürdürür. Ölen değerlerin yerine ise o çapta bir değer gelmiyor. İnsan bu değişimin acısını yürekten duymaz olur mu? Bugünkü dünya düzeni dünyamızı bitirebilir. Doğa kırımı, savaş kırımlarıyla başa baş gidiyor. Savaş ve doğa kırımı sürdüğü sürece insanlığın sonu gittikçe yaklaşıyor korkarım. (…)

Bir yazarın sorunu yalnızca umut vermek değildir. İnsanların yaşadığı derin ve birbirinden farklı sorunlar vardır. Onun için bir yazar insanların macerasını çok iyi bilmelidir. Ancak insanların macerasını çok iyi bilen bir yazar iyi bir yazardır. Bu romanın bitişi yazara ait bir bitirmedir. Yazar böyle bitirmek istemiştir. İnsan çok zengindir, başka bir yazar başka türlü bitirecektir.”

Ve “Ben de kendimi azıcık bir yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olaraktan miti, düşü getirdiğimdendir,”[21] der O; bir Kürt, bir komünist olarak…

Sonra bir başka Kürt Mehmed Uzun… “İsmim yasak olduğu için” der ve eklerdi:

Onun kendi gerçeğini anlattığı şu satırlar bir halkın ortak trajedisini de anlatır niteliktedir; “İsmim Mehmed. Soyadım Uzun. Doğum tarihim 01.01.1953. Herkes beni böyle biliyor… Ama bunların hiçbiri gerçek değil. İsmim Mehmed değil, soyadım Uzun değil, doğum tarihim bu rakamlar değil.

Mehmed Uzun ne yazık ki, dünya edebiyatında sıkça görülen, özellikle totaliter rejimlerin baskı, yasak ve sansürlerinden kendilerini korumak için yazar ve aydınların ister istemez başvurdukları türden bir müstear isim de değil. Bu tür müstear isimlere öteden beri alışkınım, doğduğum ve büyüdüğüm yörelerde herkesin birden fazla hayatı vardı ve bu hayatların birçoğu gizliydi. Gizli hayatların da kendine özgü kodları, isimleri vardı; neredeyse tüm Kürt yazarların ismi takmaydı ama Mehmed Uzun, böyle bir isim değil. Mehmed Uzun, aynı zamanda benim de, ancak ben’i esir almış bir ben.

Esas ismim yasak olduğu için Mehmed oldum. Esas soyadım yasak olduğu için Uzun oldum. Bir insan olarak hiçbir değerim olmadığı, sadece ehlileştirilmesi gereken bir sürünün mensubu olarak görüldüğüm için de, en rahat şekliyle, künyeme 01.01.1953 yazıldı. Önadım Mehmed, dedemin ismi Hemê’den geliyor. Hemê, Meme, doğduğum yörelerde gündelik yaşamda en çok kullanılan isimlerden. Ama bu isim resmi hayatta yasak; bu ismi alamazsınız, bu isimle nüfus kaydı yaptıramazsınız, bu isimle hiçbir resmi kuruma başvuramazsınız.

Soyadım Uzun’a gelince, bu da yine dedemden geliyor. Biro dedemin dedesinin ismi. Direj de onun lakabı, yani uzun. Biroyê direj, yani uzun biro. Ama yine isimlere ilişkin yasalara göre hem biro ‘Türk örf ve adetlerine’ uygun değil hem de direj Kürtçe olduğu için yasak. Bu nedenle resmi kurumlar tarafından Biro tamamıyla atılıyor, Direj de Türkçe’siyle ‘Uzun’ hâline getiriliyor. Bir hafızanın yok oluşu dikkat çekmeyen küçük değişikliklerle gerçekleşiyor işte…”

Evet O, ömrü boyunca, yasaklı olan Kürt halkının dili, kültürü ve kimliğine; direnerek eserleriyle hayat vermeye çalıştı. Bu çalışmalarıyla ölümsüzleşen Uzun’un en önemli özelliklerinden biri de edebiyatta işlenmemiş bir dili yazdıklarıyla evrensele taşıyabilme çabası oldu.

Uzun Kürtçe’ye hayat vermeye çalıştı…

“Ölümsüz birey yoktur ama bireyler tarafından yaratılan ölümsüz eserler ve bu eserlerin tümünden oluşan ölümsüz insanlar vardır,” diyen Onu 2007 sonbaharında yitirdik. Evet…

Kürtçeye romanlarıyla hayat veren O bir kültürün militanıydı…

Hapisler ve sürgünler yaşadı. Yaşadığı sıkıntılar bir halkın, bir kültür ve kimliğin sıkıntılarıydı. Sürgün edilmiş dünyasında bile memleket kadar sıcak bir yürekti.

Sürgünde köklerine tutunan Mehmed Uzun çalışkan ve üretken bir yazar profili çizdi hep…

Sonra da Musa Anter…

“Türkiye’nin 55 yıllık girdisinin, çıktısının yeminli, canlı bir şahidiyim. Hem yalnız şahidi mi? Değil! Sanığıyım, mahkûmuyum ve davacısıyım,” diye haykıran Musa Anter’in, faili belli bir cinayete kurban gitmesinin şokunu söyle ifade etmişti dostu Yaşar Kemal:

“Benimki belki tuhaf bir inanç. Ben hiçbir insanın, gözlerini kan bürümüş de olsa, yüzlerce insanın katili de olsa Musa Anter gibilerine kıyabileceğine inanmazdım.”

Gazeteci arkadaşı Ragıp Duran ise ,“Musa Anter denilince aklıma üç önemli niteliği gelmektedir. Bu niteliklerden en önemlisi, Türk-Kürt kardeşliği militanlığıdır. Bu tavrı duygusallıktan öteye akla dayalı olmasıdır. İkinci özelliği, mizahçılık yanıdır. Bu da hayat felsefesiyle ilgili olup adeta kendiliğinden gelişmiştir. Bu gelişmeye yardım eden etkenlerin başında ise, kendisini iyi yetiştirmiş olması, bilgi hazinesinin dolu olması ve çevresini çok iyi tanıması ve özgüveni gelmektedir. Son özelliği, gazeteciliğidir. Kısa fıkra dalının erişilmez ustası ve hepimize örnek bir insan oluşudur,” demişti.

Apê Musa 1918 yılında Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Ziwinge köyünde dünyaya geldi. Ziwinge’nin adı daha sonra Eski Mağara olarak değiştirildi.

Doğum tarihi kesin olarak belli değil ama büyüklerinin dediğine göre “Berfa Sor” veya “Ermeni katliamı” zamanında Ziwingê’de dünyaya gelmiş. Bu da tarih olarak 1915 ile 1917 seneleri arasındadır. Ailenin ilk erkek çocuğu. Annesi erkek çocuk doğurmak isteyince Sultan Şeyhmuz’a gidip dilekte bulunuyorlar. Onun için nüfustaki adı Şeyhmus olarak geçer. Soyadı kanunu dolayısıyla da soyadı Elmas’tır. Zamanla adını ve soyadını değiştirir ve Musa Anter yapar. Aile olarak soy ağacını kendisi şöyle ifade eder: “Botan aşiretinin, Temikan kolunun, Mihoteze dalının Anter ailesindeniz.”

Apê Musa ‘Hatıralarım’ başlıklı yapıtının önsözünde doğumuyla ilgili şöyle der: “Kürdistan, Türkiye’nin en geri bölgesidir; Mardin, Kürdistan’ın en geri ilidir; Nusaybin, Mardin’in en dertli ilçesi; Stilîlê (Akarsu), Nusaybin’in en fakir nahiyesi; Zivingê, Stilîlê’nin en geri kalmış köyüdür ve işte ben, bu köyün, nüfus kütüğüne göre, iki numaralı mağarasında doğmuşum.”

Değişik dönemlerde toplam 11.5 yıl hapis yattı. Devrimci Doğu Kültür Ocakları, TİP, Halkın Emek Partisi, Mezopotamya Kültür Merkezi ve İstanbul Kürt Enstitüsü’nün kurucularındandı.

20 Eylül 1992’de Diyarbakır’ın Seyrantepe Mahallesi’nde devlet içindeki “derin güçler” tarafından katledildi!

Orhan Miroğlu, ‘Kuşatmadan İnfaza’[22] başlıklı yapıtında Musa Anter cinayetine giden sürecinde yaşananları, “Önce kuşatıldı, itibarsızlaştırıldı ve sonra da infaz edildi… Musa Anter’in JİTEM tarafından öldürüldüğüne artık hiç kuşku yok.” “Bizi Vuran Hamit Yıldırım’dır,” diye anlatmıştı…

Ve Asım Bezirci… O eleştirmendi. Yapıtları titizlikle inceleyen gerçek bir edebiyatçıydı. Eleştiri ile yetinmemişti…

Asım Bezirci’nin şiirleri de vardı. Şiirle karşılaşmamış kişi güzellikleri anlamaz… Ama yayımlamadı onları. Çekindi, istemedi.

“Yok sığınacak anılarımız/ Bütün gemileri kaçırmışız/ Yolcular gitmiş rıhtımda kalmışız/ Bilinmez nedendir Bir pembe bulut hâlâ gülümser/ Üstünde ıslak mendillerimizin/ Yeter beklediğimiz gelecekler/ Yeşersin tohumu artık Gecemizin/ Zambaklar gibi uçsun sevgimiz/ İnce iyi uzun Buluşunca yoksul ellerimiz/ Ürkekliğinde sevincimizin,” bunlardan birisiydi…

Bezirci bu şiiri hapiste mi yazdı? Çünkü, o da üç kere tutuklanmış, 9 kez soruşturma geçirmişti.

Bezirci, Sivas’taki korkunç canavarlığın kurbanı olarak uçup gitti, ardında yazılar, şiirler bırakıp…

 

EGEMENLERİN BAŞ EDEMEDİĞİ ŞEY: MİZAH

 

John Lennon’ın, “Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır,” dediği itiraza gelince, O:

T.S. Eliot’un, “Mizah, ciddi bir şey söylemenin de yollarından biridir”; Mark Twain’ın, “İnsanlığın tek bir etkili silahı vardır: Kahkaha”. “Mizah müthiş bir şeydir, kurtarıcıdır. Ortaya çıktığı anda ne üzüntü kalır, ne öfke; gönlümüzde güneş açar”. “Mizahın gizli kaynağı sevinç değil, hüzündür”; Moliere’in, “Mirov, bi qasî kenînê xwe mirov e/ İnsan, güldüğü kadar insandır”; Victor Borge’nin, “Gülmek iki insan arasındaki en yakın mesafedir”; Bob Murphy’nin, “Dünyaya gülümseyen gözlerle bakmak gerekir,” diye tanımladığı güçtür.

Bu gücü en iyi kullananlardan birisi de, “İnsanın kulağı yalnız alabileceği sesleri alıyor. Yüz çeşit ses çıkıyor, bizim kulağımız bunların içinden üç tonu seçip alıyorsa, öbürlerine sağır kalıyoruz…”

“Halkımı sevmediğimden bu halkın değişmesini istiyorum. Halkımı sevsem ne diye halkımın değişmesini isteyeyim…”

“Beni herkes, doğru bildiğini açıkça ve çekinmeden söyleyen bir insan sanıyor. Ya söyleyip yazamadıklarım? Bu yüzden içimde gerçeklerin dinamitlerini taşıyorum da sanki patlayacak gibiyim. Dahası inandığım gerçeklerin hepsini açıklayamadığım için kendimden utanıyorum,”[23] diyen Aziz Nesin’dir.

Egemenler karşısındaki dik duruşu ve diklenişiyle Aziz Nesin, 1995’teki ölümüne dek türlü özellikleriyle efsane bir kişilik olarak yaşamını sürdürdükten sonra, verimli bir ömrün ürünü olan yüz kadar yapıt bırakarak aramızdan ayrıldı.

Ancak mizah yazarlarının yazgısı mıdır bilinmez, Aziz Nesin’in hayatı boyunca edebiyatçı sayılıp sayılmama gibi bir sorunu oldu. Aslında bugün de bu sorunun sürdüğü söylenebilir.

Çağdaş edebiyat üstüne yapılmış inceleme ve araştırmalarda, derlemelerde, seçkilerde Aziz Nesin’den örneklere pek rastlanmaz…

Aslında temel sorun belki de Aziz Nesin’in bütün kişiliğiyle edebiyatın sınırlarını aşıp, çağdaş bir aydın kimliğine bürünmüş olması. Toplumumuz onu kendi adıyla deyimleşmiş, “Aziz Nesin’lik” olaylarla anmıyor yalnızca; 1940’lardan ölümüne dek bütün iktidarlara karşı muhalif aydın tutumuyla tanıyor…

Aziz Nesin’in bir hayata sığdırdıkları kolayca kavranamayacak genişlikte bir yüzeye yayılıyor. Edebiyat içi ve dışında öylesine çok alanda türlü eylemlerle sürdürülmüş bir hayat, ki ucu bucağı belirsiz…

Aziz Nesin’den bizlere kalan temel sorulardan biri de, “Edebiyatçılar, sanatçılar, aydın sorumluluklarını, topluma karşı yükümlülüklerini nasıl yerine getirecekler?”[24] sorusudur…

 

AŞKIN, HAYATIN, DEVRİMİN ÇIĞLIĞI ŞİİR

 

Şiiri nihai kertede aşkın, hayatın, devrimin çığlığıdır benim için… Böyle algılarım…

Şiir bir ustalıktır; alıp götüren ve ulaştıran bir ustalık.

Tıpkı Şükrü Erbaş’ın, “Susan bir türküyüm nicedir/ Evler çarşılar içinde/ Duruşum gurbet yürüyüşüm el/ Gülüşüm hayat kırgını, kapalı, yarım/ Kederim uzak insanlara…/ Yaşamak bu iğdiş göklerde buruşuk/ Yağmuru alınmış bir güz bulutu/ Al, rüzgârının mavi kanatlarına/ Beni ülkene götür çocuğum,” diyen ‘Aykırı Yaşamak’ dizelerinde…

Veya “Güneş tanrım,/ Yağmur annem./ Toprak ömrüm./ Bir su damlasından sonsuzluk veren hayat…/ bir su damlasına kur mezarımı,”[25] haykırışındaki gibi…

Ustalıktan söz edince, “Lenin-/ yaşadı,/ Lenin-/ yaşıyor,/ Lenin-/ hep yaşayacak,” diyen Vladimir Mayakovski; Onun ‘Lenin Destanı’ndan şu dizeleri nasıl unutulur?

“Dünya artık/ dar geliyor/ SERMAYE’nin hırsına,/ patlayıncaya/ kadar/ kazanma hayalleriyle/ milyar/ dolarlık/ yüzükleri/ geçirmiş parmağına,/ koca göbeği/ ve kirli elleriyle/ uzanıyor,/ hakların/ gırtlağına.

Çıkıp geliyor işte!/ Yağma/ susuzluğuyla/ çapışıyor demirler./ ‘Vuuuur’/ Dünyayı paylaşamıyor/ iki para babası.

Her köyde/ bir mezarlık,/ yatıyor şehir erler./ Her kentte,/ kuruluyor/ bir kol-bacak fabrikası.

Savaş bitti, kuruldu/ masalar,/ zafer pastasını/ sofrada bölüşüp/ paylaştılar…”

“Elbet ya,/ ‘kapitalizm’de/ incelik/ letafet ne arar?/ ‘Bülbül’ lafı/ kulağı/ çok daha güzel okşar.

Yok canım!/ Ben yine/ bildiğimi okuyacağım./ Mısralardan/ savaşçı/ sloganlar yapacağım.

Konu sıkıntısı/ çekmem/ bilirsiniz./ Bilirsiniz de…/ Ne muhabbet/ zamanıdır/ yaşadığımız zaman,/ ne de/ bir işe yarar/ boş lafın/boş kılıfı.

Ben şair olarak/ her şeyimi,/ tüm gücümü,/ sana/ ve haklı davana/ adıyorum, işçi sınıfı!”

Her şeyini işçi sınıfına adamış bir şairdi Vladimir Mayakovski, tıpkı “öğrencisi” Nâzım Hikmet Ran usta gibi…

“Ben,/ bir insan,/ ben,/ Türk şairi/ komünist/ Nâzım Hikmet/ ben,/ tepeden tırnağa iman,/ tepeden tırnağa kavga,/ hasret ve ümitten ibaret ben.”

“Komünistim çok şükür./ İşin bir tarafı böyle, Kerim,/ her komünist gibi de su katılmamış vatanperverim/ hem de bir tarih/ bütün bir devir/ bir insanlık merhalesi boyunca daha gerçek/ daha ileri…

Başkasının sırtından geçinenlerin değil,/ çalışan insanların vatanperverliği bu,/ bu senin vatanperverliğin,/ ondört yaşındaki işçi Kerim./

Ne kendi milletimden aşağı/ ne de üstün görürüm başka milletleri./ Kozmopolit değilim./ Her komünist gibi haykırırım fakat,/ Bütün ülkelerin proleterleri birleşin,” diyen bir komünistti O…

“Dünyayı verelim çocuklara/ hiç değilse bir günlüğüne/ allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar/ oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında

Dünyayı çocuklara verelim/ kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi/ hiç değilse bir günlüğüne doysunlar/ bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı/ çocuklar dünyayı alacak elimizden/ ölümsüz ağaçlar dikecekler,” diyen bir sevdanın insanıydı O…

“Kalbimin yarısı burada ise doktor/ Diğer yarısı da Çin’dedir./ Ordular sarı ırmağa iniyor/ Ve sonra bütün sabahlar doktor/ Her sabahlar şafakda/ Kalbim vurulmuştur/ Yunanistan’da/ /Çok uzakta bir yıldızla kalbim atıyor,” diyen enternasyonalist bir kavganın militanıydı O…

Nâzım Hikmet Ran’dı…

AKP Manisa Milletvekili Selçuk Özdağ’ın, ‘Vakitsiz Yazılar’ başlıklı kitabında “vatanın ve dinin düşmanı”, “ahlâki yapısı tartışmalı” ve “komünistliğin sergerdesi (olumsuz işlerde elebaşı)” olarak nitelendirip, “Nâzım Hikmet neyin kahramanıdır? Nâzım Hikmet dilimizin, vatanımızın ve değerlerimizin düşmanıdır,” diye öfke kustuğu bir devrimci sanatçıydı…

Yevtuşenko, unutulmaz şiiri ‘Nâzım’ın Kalbi’nde, “Bazıları için şiir/ bir roldür,/ bir dükkâncıktır bazıları için/ kârdır./ Onun gibileri içinse/ ağrıdır şiir/ rol değil” diye yazmıştı Onun için.

Ancak Nâzım Hikmet sadece bir şair değil; yüreği işçi sınıfı için atan bir komünist, bir devrimciydi. Dizelerinde sevdalandığı kadınlara olan aşkını, özlemini de anlattı; gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir dünya özlemini ve mücadelesini de. Onun dünya çapında ünlü bir şair olmasını sağlayan şey, Avrupa’dan Amerika’ya, Uzakdoğu’dan Ortadoğu’ya kadar tüm ezilen ve sömürülenlere karşı duyduğu sevgi, tüm ezenlere, sömürücülere ve zorbalara karşı duyduğu öfkeydi. Nitekim hayatının ne yönde, nasıl akacağını belirleyen de işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği mücadele oldu. Bunun için sevdiklerini arkasında bırakmayı göze alabilen bir devrimciydi Nâzım Hikmet:

“Düşmesin bizimle yola:/ evinde ağlayanların/ gözyaşlarını/ boynunda ağır bir/ zincir/ gibi taşıyanlar./ Bıraksın peşimizi/ kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

Özetle Gonca Özmen’in, “Türk şiirine bir büyük rüzgârı üfleyerek, onu kanatlandırmış bir şair Nâzım Hikmet. O zamana kadar söylenmemiş şeyleri söylemeyi ve o öze uygun yeni biçimler bulmayı amaçlamış bir büyük inat…”

Yücel Kayıran’ın, “Nâzım Hikmet’in birçok dizesine, yüzyılın dizesi, diyebiliriz. ‘Anlamak gideni ve gelmekte olanı’ da onlardan biri. Sanki yüzyılda bir tekrar etmekte olanı dile getirmektedir bu dize. Gitmekte olanın gitmesini istediği için ve gelmekte olanın gelmesini istediği için, bu dize, yüzyılın başında, bir coşkunun özgür tin hâline gelmesinin ifadesiydi…”

Cenk Gündoğdu’nun, “Nâzım, yerliliktir, Anadolu’dur, hasrettir, Hiroşima’da ölen bir çocuktur, güçlü bir sestir. Şiiri anlamdan öte bir büyük sestir ve o sesle yürür. Nâzım; dünyayı emeğe/ alınterine çağıran, inandığı davadan vazgeçmeyen ve politik mücadelesi uğruna şiirini de yenilemeyi başarmış cesur bir büyük hayat demek,” diye tanımladığı Nâzım Hikmet bize dünyadan ve insandan umut kesmemeyi söyler. Nedensiz yere hapislere konup, bırakın yazdığı şiirleri, adının anılması bile yasaklanmışken dört duvar arasında, oradaki insanlarla, mektup arkadaşlarıyla, yaşayan bir dünyanın nasıl kurulabileceğini gösterir.

Öyle bir dünyadır ki bu, sanki bir cezaevi hücresi değil, bütün dünyaya açık bir özgün üniversite kampusudur. Bir köşesinde Balaban resim yapmayı öğrenir, bir köşesinde Orhan Kemal Fransızca çalışır, bir köşesinde ortak ihtiyaçlar için iplikler bulunup kumaşlar dokunur, bir köşesinde çağın en büyük yapıtlarından “Memleketimden İnsan Manzaraları” yazılır, bir köşesinde mektuplarla çocukluktan gençliğe geçmekte olan Memet Fuat yetiştirilir, bir köşesinde yeryüzünde bulunabilecek en vefalı sevgili Piraye’ye benzersiz lirik şiirler yazılır, bir köşesinde duvara asılı bir harita üzerinden İkinci Dünya Savaşı’nın gelişimi izlenir, Fransa’da kurşuna dizilen Gabriel Peri için üzülünür, Aragon’un “Mutlu Aşk Yoktur”u okunur, Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ı Türkçeye çevrilir, oyunlar, senaryolar yazılır.

“Dünyadan memleketinden insandan/ umudun kesik değil diye/ atılırsan içeriye/ yatarsan on yıl on beş yıl/ daha da yatacağından başka” orayı kendine benzetebilirsin. Çünkü bir devrimcinin olduğu her yerde devrim süreci ilerlemektedir.

Nâzım Hikmet bize, içinde bulunduğumuz koşullar ne olursa olsun, her durumda yalnızca gerçeği söylememiz gerektiğini hatırlatır. Yalansız bir dünyayı ancak dürüstlükle kurabileceğimizi gösterir.

Komünizmin yasalarla yasaklandığı bir ülkede, düşüncelerini açıkça savunabilmesi, yargıçların karşısında “Ben komünistim” diyerek kendini yüreklice ortaya koyması bu dürüst tutumun bir göstergesidir.[26] Hepimize yol gösterir.

Hızla devam edersek, karşımıza “beni yiğitler götürür/ katlarına/ sevda ile varılan/yiğitler ki,/ dillerini tükürmüş/ yiğitler ki,/ hâyaları burulan,” diye haykıran TKP’li Kürt Ahmed Arif dikilir.

Hani “Hasretinden prangalar eskittim” diyen; kalbi dinamit kuyusu olan. Kendi deyişiyle ‘Halkının mazlum ve gariban şairi’ Ahmed Arif…,

Haziran 1991’de kaybettik Onu. Ama O’nun şiiri zulasında sevdasıyla volta atmaktadır hâlâ namus bildiği yolda…

Türkiye şiir geleneğinde hapishanede şiir yazma ve edebiyat yapma çok eskilere dayansa da bu izleği görünür hâle getiren Nâzım Hikmet’tir. Bu süreç bir süre sonraki 40 kuşağı şairleriyle doruğa çıkmış bir duyarlıktır. Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Niyazi Akıncıoğlu, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Arif Damar gibi isimler bu duyarlığı işleyen şairlerin başında gelir. Ama denilebilir ki hiçbir şair, Ahmed Arif ve şiiri kadar mahpushaneye ilişkin değildir. İster hapishane desin, ister mahpushane, zindan, içeri ya da dört duvar…

Mahpushane onun için ‘Makamı Yusuf’tur… Bu makam tıpkı Hz.Yusuf’ta olduğu gibi bir medrese, bir okul gibidir… Nefsin terbiye edildiği bir mekândır. Kendini imaja aldığı; kendini sınadığı, tarttığı, yüzleştiği ve hesaplaştığı yerdir. Bu yüzden aşkındır ve yattığı ranza, Muhammed ve İsa derecesinde kutsaldır.

Ahmed Arif’te mahpushane imgesi mahpusluğun tüm hâllerini kapsayan bir imgedir. Ondaki ‘ben’, yani çile çeken, direnen özne sadece birinci tekil şahısla sınırlı kalmayan bir tikelliktir. Eyleyen özne, ‘sen’e, ‘o’na, ‘siz’e ve ‘onlar’a uzanabilen bir zenginliktedir. Bir karanfil naifliğinde, bir Munzur öfkesinde, bir dolu sigara dumanındadır. Reel olduğu kadar düşseldir de… Mahpusluk dört duvarla sınırlı bir hâl değildir. Çok geniş bir mekâna dönüşebilmektedir. Şair uzun yolculuklara çıkabilmekte, dere tepe gezebilmektedir. Bazen Altındağ’da, bazen Diyarbekir’dedir. Ufuk geniştir, tekmil ufuklardır. Dört yön, on altı rüzgâr, yedi iklim, beş kıtadır: “Şafakları ben balığa çıkarım/ Akan akmayan sularda/ Benim, bütün tezgâhlarda paydosa giden/ Bir bahar akşamı dünyada/ Ben dört duvar arasında değilim/ Pirinçte, pamukta ve tütündeyim/ Karacadağ, Çukurova ve Cibali’de…” Tel örgüler, duvarlar, demir parmaklıklar bu düşselliğe vız gelir… Lirizmin doruğundadır, tek bir dize bile kekelemeden, anlatım sıkıntısı çekmeden.

Beyin ve yürek bir olmuştur. En acılı, en hüzünlü ama en umutludur. Her zaman ‘umut ile sevda ile düş ile’dir. ‘Onur’ bu duyarlığın nirengisidir. Onu mahpushane karanlığında aydınlatan bir çift göz vardır. Zaman zaman yangın mavisine çalsa da asıl rengi yeşildir. Çünkü yeşil güzel bir dünyaya duyulan özlem ve sevgilinin gözlerine bir göndermedir.

Ahmed Arif şiirindeki özne, bildik anlamda savaşan, kurşun atan, kılıç sallayan bir özne değil, daha çok baskı altına alınmış, hapsedilmiş, hakları ve özgürlükleri kısıtlanmış bir mazlumdur. Ama bu özne teslim olmayı asla düşünmeyen, dayatan ve direnen bir kişiliktir. Cemal Süreya’nın deyişiyle Ahmed Arif’in şiiri ‘Yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir… İçerisi ve dışarısı, düş ve gerçek, kavga ve sevda iç içe girmiştir… Her şey ‘Umut ile sevda ile düş ile’dir.

Tarih, bir bakıma insanlığın hafızasını elinde tutar. Günlük hayatın içinde yaşanan acıları unuturuz, zaman içinde üstü küllenir. Neyse ki tarih var, hafıza var. Bütün bir ömrün tüm rüzgârları ve sabıka kayıtları var orada… Tarihin hafızasında kayda geçen sayısız olaylardan biri de tıpkı Roboskî gibi ama yıllar önce – 30 Temmuz 1943’te – böyle bir yaz sıcağında yaşanan “33 kurşun olayı”… 33 köylünün yargısız infazı daha çok Ahmed Arif’in ‘33 Kurşun’ şiiriyle kamuoyunun ve birçok araştırmacının ilgisini çekmiştir.[27]

Unutulmamıştır, unutulmayacaktır ve hâlâ yaşamaktadır Ahmed Arif; tıpkı Enver Gökçe gibi…

O da, edebiyatımızda “acılı kuşak” olarak bilinen 1940 kuşağındandır. Bu kuşağın “acılı” olarak anılmasının nedeni, her birinin başlarına gelmedik belanın kalmamış olmasındandır.

Bu dönemde Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Niyazi Berkes gibi üniversite hocaları işlerinden kovulmuş, yurdu terk edip başka ülkelerde yaşamak zorunda kalmışlardır.

Rıfat Ilgaz’ın, Aziz Nesin’in başlarına gelenler anlatmakla bitmez. Bu baskıların doruk noktası da tarihe “1951 Tevkifatı” olarak geçen yaygın tutuklama, işkence ve yargılama sürecidir.

Bu korkunç baskı günlerini Enver Gökçe, “Biz mapusta gürül gürül yatardık/ Yılan, çıyan içinde” dediği, İstanbul Emniyeti’nin “tabutluk” adı verilen 60x40x180 cm. ölçülerindeki tabut-odalarından birinde iki yıl inanılmaz fiziksel işkence altında geçirmiştir.

Sonrası? Sonrası yedi yıl mahkûmiyet, ardından iki buçuk yıl sürgün.

Sonrası? Hep işsizlik, yoksulluk, yalnızlık, hastalık…

Tıpkı benzer baskılara uğramış kuşakdaşı Ahmed Arif gibi, Enver Gökçe’nin şiirlerinin de basılıp gün yüzüne çıkması yıllar sonra olmuştur. 70’li yıllarda ancak şiirleri basılabilir. Önce “Dost Dost İlle Kavga”, sonra “Panzerler Üstümüze Kalkar” kitapları. Cezaevinde yazılıp dışarıya gönderilmiş, “Yusuf ile Balaban” destanı ise kaybolup gitmiş. Kendi gitmiş adı kalmış yadigâr. 1951 Tevkifatı, o denli silinmez izler bırakmıştır ki şair üzerinde, 1977’de kendisiyle yapılan bir konuşmada da, “Ömrüm vefa ederse, bundan sonra 951 Tevkifatı’nın destanını yazacağım” demiştir.

Gördüğü işkenceler sonucu Enver Gökçe’nin bedeni erken yaşta pes etti. Erzincan’ın Çit köyünde başlayan yaşamı Ankara’da bir huzurevinde sona erdi.

Güray Öz, “halk denilen ağır mağmanın” bir sözcüsü olarak görüyor Onu, “taşıdığı ateşi dönüp dönüp hatırlatan…”

Ya A. Kadir? O da komünistti…

  1. Kadir, Kuleli Askeri Lisesi ve Ankara Harp Okulu’nda okurken, Orhan Seyfi Orhon 1935-1936 yıllarında ‘Aydabir’ adında bir dergi çıkarmaktadır. Dergide Sabahattin Ali’nin hikâyeleri ile Nâzım Hikmet’in şiirleri yayınlandığı için A. Kadir de, öteki arkadaşlarıyla ‘Aydabir’i okumaktadır.

Bir süre sonra A. Kadir’in başından “38 Harp Okulu” olayı geçecek ve Nâzım Hikmet ile yargılanacaktır. Sonrası hapis ve sürgünlerdir.

Orhan Seyfi’nin A.Kadir’in şiiri üzerine yazdıkları şöyledir:

“Anlaşılıyor ki, bu şiir, kapitalist rejimde askere alındığı için dövüşmeyen ve bu yolda canını veren menfi bir kahraman yoldaşın destanıdır. Şairi A.Kadir’i tebrik ederiz, doğrusu Türk gençlerine güzel dersler veriyorsunuz. Bizimkiler de böyle yapsınlar öyle mi?”

Gerçekten de şiiri bir “namus” şiiriydi, hayatı da…

12 Eylül karanlığında, evinden alınıp yaşlı yaşında gözaltına alınırken de o “namus” işçiliğinden zerre ödün vermemişti.

Dünyaya “mutlu olma”nın penceresinden bakan, ekmeğin ve aşkın ve özgürlüğün şairiydi… [28]

Sonra “herşey bitti onlar için/ değil mi ki kırdılar bu fidanları/ değil mi ki ağlattılar bu anaları/ onlar için bitti her şey/ ne bir tutunacak dal/ ne bir dayanacak duvar/ bir kara haberin ölü yankısıdır onlar gözlerimizde/ demirparmaklıklar arkasından bakar gibi bakan gözlerimizde,” diye haykıran TİP’li Hasan Hüseyin Korkmazgil…

Kavel’i yazandı O… 26 Şubat1984’de ayrıldı aramızdan…

“çalışmışım onbeş saat/ tükenmişim onbeş saat/ acıkmışım yorulmuşum uykusamışım/ anama sövmüş patron/ ter döktüğüm gazetede/ sıkmışım dişlerimi/ ıslıkla söylemişim umutlarımı/ susarak söylemişim/ sıcak bir ev özlemişim/ sıcak bir yemek/ ve sıcacık bir yatakta/ unutturan öpücükler/ çıkmışım bir kavgadan/ vurmuşum sokaklara,” diye haykırdı…

“dostum dostum güzel dostum/ bu ne beter çizgidir bu/ bu ne çıldırtan denge/ yaprak döker bir yanımız/ bir yanımız bahar bahçe,” derdi…

Sennur Sezer’e, “Ağıt yakmak yakışmaz. Sen ağız dolusu kahkahaları yutkunarak konuşurdun sanki. Acıyı bal, ekmeği bol eyleyip dayananlardandın…

Sen yalnız emeğin değil sevdanın da şairiydin. (Malum sevda emek ister) “Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin/ Çünkü aşk şiirden önce gelir sende/ Oysa şiir önünde gitmelidir her şeyin// Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin/ Çünkü aşk/ Kavganın içindedir/ Çünkü sen /İçindesin kavganın” desen de kavga şiirleri gibi öfkeli aşk şiirleri yazdın ve aşk şiirleri gibi ateşli kavga şiirleri. Sevmek sıradan bir fiil değildir. Durmadan tüketilen bir kavramdır. İçi boşaltılan bir kavram. Bu yüzden gerçek anlamıyla sevmeyi anan olursa dayanamayanlar vardır hep: “ne zaman sevmek desem bir tedirgin bulvar iti gecede”. Sevilen de dayanamaz kimi zaman böylesine sevilmeye. Alır başını gider:”o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti,” dedirtendi…

Bu listeye Can (Yücel) Baba’yı eklenmezsek olmaz.

O haksızlıklara karşı he öfkeyle doluydu…

“Bir Numaralı Halk Düşmanı” şiiri şu dizelerle sona eriyordu: “Biliyorum suçluyum razıyım cezama/ Çalmadım öldürmedim ama daha kötüsünü yaptım/ Na’aptım biliyor musunuz Reis Bey/ Tuttum insanları sevdim.”

Devrimci ve özgürlüklere tutkun bir şairdi Can Yücel; hem şiirlerinden hem yaşam karşısındaki duruşundan. Ne var ki bedeli hapisti, zindandı, işkenceydi devrimci ve özgürlüklere tutkun bir şair olmanın. Can Yücel’e de ödetildi bu bedel. ‘Bir Sen Eksiktin Ayışığı’ başlıklı şiiri yaşadıklarının yakın tanığıydı. “Bileklerimizi morartmış yeni/ Alman kelepçeleri,/ Otobüsün kaloriferleri bozuldu/ Kaman’dan sonra/ Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,/ Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş./ Niğde üzerinden/ Adana Cezaevi’ne gidiyoruz…/ Bi sen eksiktin ayışığı/ Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!” Yalnız değildi tutsaklıkta ve bunu da yazdı şair. Sardunyaya Ağıt şiirinde, cezaevlerindeki çiçek yasağını dile getirirken “yeşil ölümle dalaşta” dizesiyle genç ölümlere olan tepkisini de ortaya koymuştur. Şiir şu dizelerle sonlanır: “Canların gözü yaşta,/ Aklı idamlık yoldaşta/ Yeşil ölümle dalaşta/ ikindiyin saat beşte.”

Farklı dönemlerde farklı partilerde yer alan şair, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle hayatı değiştirebileceği inancını hep korudu; tıpkı ‘İşçi Marşı’ başlıklı şiirinde haykırdığı gibi: “Hava döndü, işçiden işçiden esiyor yel/ Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı/ Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı/ Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel/ Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel.”

Can Yücel, yaşama, mücadeleye olduğu kadar sevdaya da tutkuluydu. Yaşamını paylaştığı Güler Yücel için yazdığı pek çok sevgi dizesinin yanı sıra ‘Kadınım Akdeniz Yaraşıyor Sana’ başlıklı şiirindeki dizeler de sevdayı bütünsel olarak algıladığını ortaya koymaktadır:

“Senle yaşadığım günler gümüş bir çevre oldu ömrüm değince güneşine.”[29]

Kolay mı? “Dolu dolu yaşayacağız ve öleceğiz/ Metin gibi bir boşluğu doldurmak için” demişti, 20 Ocak 1996 tarihli Evrensel’deki köşesinde yer alan ‘Boşluk Yoktur’ şiirinde O…

1999 Ağustos’unda da Can Yücel’i kaybetmiştik; bu dünyada tanık olduklarının dışında ‘Başka Türlü Bir Şey’ isteyen bir şairdi O.

Çünkü özümsemiş ve içselleştirmiş ‘Başka bir dünya mümkün… Onun da raconu bu; haksızlığa ve sömürüye karşı düzenden öç alırcasına öfkeli bir direniş sanki… Her dem sisteme karşı Can’siparane…

O parlak zekâ ve entelektüel birikim sokak ağzıyla yoğrulunca söylem ve biçim zorluğu da çekilmiyor demek ki… Cin de şiir de çıkıveriyor şişeden…

İçemediği zamanlar serap yerine şarap gören bir akşamcı… O’na göre komünizmin yok edemeyeceği tek sınıf akşamcı sınıfıydı.

Kartviziti olmadı hiç. Resmiyeti de resmi ideolojiyi de hiç sevmedi. Musa Anter katledildiğinde O’na yazdığı ‘Musa Beğ’ adlı şiirde O’nun filozofisinde yer alan ve argümanından hiç eksik etmediği kardeşlikten söz ediyordu:

“Musa Peygamber Kızıldeniz’in dalgaları arasından/ nasıl ulaştıysa o da kardaşlıkla/ dünya kardaşlığıyla ulaştı karşı kıyıya”

Can Yücel’de yüreğin bir dili vardır; imgesi, duygusu, heyecanı, düşüncesi, mizahı, alayı ve itirazı vardır. Başkaldırısı, eleştirisi, özlemi ve öznesi vardır. Tatlı sert şarap gibi yoğundu O’nun yüreğinin aroması…

Emekten, dostluktan, mücadeleden, dayanışmadan, hasılı halktan yanaydı O; “Dandini dandini dastana/ Mandalar girmiş vatana/ Kov bostancı camızı/ Yemesin aşımızı/ Elele tutuşa/ Dayana dayanışa,” dizelerinde altını çizdiği gibi…

Nihayet Cigerxwîn…

1903’te, Mardin Gercüş’ün bir köyünde dünyaya gelen büyük Kürt şairi Cigerxwîn, “Kürt Dilinin Nâzım”ıydı…

Yüzlerce şiirden oluşan on divanı, birçok öyküsü, Kürt kültürü ve tarihi üzerine araştırmaları, sözlük çalışmaları var. Cigerxwîn için Kürt ulusal şairi sıfatı yakıştırılabilir.

Lorca’yla, Neruda’yla, Brecht’le ve Nâzım Hikmet’le aynı kulvardadır. Yoksulluk içinde büyüdü. Önce işçi olarak demir yollarında çalıştı.

Dini eğitimini tamamlamak için Diyarbakır’a gitti. Daha sonra Kürtlerin yaşadığı bütün bölgeleri gezdi, insanların acılarını, yoksulluklarını gördü. Ve bunları şiir estetiği içinde, müthiş bir lirizmle işledi. 27 yaşında imamlığı bıraktı. Suriye’ye geçti.

Orada Kürt Gençlik Derneği’ni kurdu. 1946’da komünizmle tanıştı. Tutuklandı, işkence gördü. Arkadaşlarıyla birlikte Azadî örgütünü kurdu. Kısa süre sonra Irak’ta, Bağdat Üniversitesi’nde Kürtçe dersler verdi.

Irak hükümeti ve Kürtler arasında anlaşmazlık çıkınca Irak’tan sınır dışı edildi. Suriye’ye geçti. Ancak Suriye hükümetinin baskıları sonucu İsveç’e gitmek zorunda kaldı.

1984’te vefat edene kadar orada yaşadı ve son anına kadar şiirlerini yazdı. Cigerxwîn geniş bir yelpazede şiirler yazdı. Şiirlerinde sınıf çatışmasından Kürt ulusalcılığına, oradan barış ve kardeşliğe ve aşka, bir insanın ilgilenebileceği her konuyu işledi.

Tıpkı Onun yoldaşı bir diğer Kürt ozanı A. Hicri İzgören gibi…

Evet, evet (Şerko Bêkês ile) bir A. Hicri İzgören vardır; “Bozdurup bozdurup harcadım ömrü/Yanlış adresler çıkmaz sokaklar/Bütün replikler şiirler ve şarkılar/ Bir ezginin bütün hatıraları,” diyen…

Ahmed Arif’in soyundan, ekolünden, yolundan ve “Arsız bir dizenin kütüğüne kaydedin/ Kimvurduya sayın beni/ Ve şimdi söz savunmanın/ Hayat işgal altında,” diye haykıran Siverek’li Kürt şair…

Sennur Sezer’e, “Coğrafyanın yaşadığı ne kadar acı varsa ağırlığını duyuyor gibisin: Yezidiler, Çingeneler, Ermeniler, Süryaniler ve onlarla ilgili onca öykü bir ilmik boğazında. Yaşadıklarının izlerini ne kadar yıkasan silemezsin gözlerinden,” dedirten…

Sonra 1946’da Çankırı’nın Eskipazar ilçesinde doğan… Hasanoğlan ve Pazarören öğretmen okullarında eğitim gören… Öğretmen okulundan sonra dört yıl ilkokul öğretmenliği, daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmesinin ardından çeşitli il ve ilçelerde Türkçe-Edebiyat öğretmenliği yapan… 1981’de sıkıyönetimce tutuklanarak görevine son verilip, aynı yıl, TCK’nın 141, 142 ve 146. maddelerinden yargılanan… Cigerxwîn’un şiirleri üstüne yazdığı bir yazısından ötürü 142. maddeden kısa bir süre hüküm giyen Ahmet Telli…

‘Kalbim Unut Bu Şiiri’nde, “Anlamını yitiren bir şeyler mi var şimdilerde/ Yazdığım şiirlere yabancıyım, sokaklara yabancıyım/ Taşı delemiyor bir çığlık ve apansız bir/ Su oluyorum ipince, kendime sızıyorum/ Dünya yetmiyor bazen, bırakıp gidebilir miyim,” diye haykıran Onu, “Aşk’ı ve Devrim’i yaşatmıştır. Neden mi Aşk ve Devrim diyorum; Ahmet Telli’yi anlatırken iki kelime geçiyor aklımdan, Aşk ve Devrim… İşte Telli’yi bu şekilde tanımlayabiliriz,” diye betimler Elif Gamze Bozo; haksız da değildir…

Dediklerimi, Jack Kerouac’ın “Çünkü benim insan dediklerim sadece çılgınlardır, yaşama çılgınları, konuşma çılgınları, çok şey isteyen, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen tipler, yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortalarındaki mavi ışığı görenlere ‘vay canına!’ dedirten o muhteşem sarı maytaplara benzettiğim kişiler,” sözünü anımsatan sanatın devrimcileri, devrimin sanatçılarının önünde bir kez daha saygı ve minnetle eğilerek tamamlayayım…

 

21 Eylül 2013 11:37:32, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 29 Eylül 2013 tarihinde ‘Demokrat Sanatçılar Birliği’nin Paris’te düzenlediği “Devrimci Sanatçıları Anıyoruz” etkinliğinde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:157, Temmuz 2014…

[2] Rosa Luxemburg.

[3] Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Yayıma Hazırlayan : , , Metis Yay., 3. baskı, 2008.

[4] György Lukacs, Çağdaş Gerçekliğin Anlamı, Çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 1979.

[5] Dücane Cündioğlu, Sanat ve Felsefe, Kapı Yay., 2. baskı, 2013.

[6] Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, çev: Cevdet Çapan, De Yay., 1968.

[7] İlhan Mimaroğlu, Ertesi Günce, Pan Yay., 1994.

[8] Tavır, No:124, Ekim-Kasım 2012, s.54.

[9] Şilan Bulut, “Diana, Whitney ve Şivan”, Taraf, 18 Temmuz 2012, s.17.

[10] Abdullah İncekan, Şivan Perwer – Efsaneya Zindi/Yaşayan Efsane, Nûbihar Yay., 2012.

[11] Ayşe Emel Mesci, “Bilmezdim Yalnızlığı…”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2013, s.14.

[12] Zahit Atam, “Eleştiri”, Birgün, 10 Mart 2013, s.9.

[13] Turgay Fişekçi, “Brecht’in Renkli Dünyasında”, Cumhuriyet, 29 Şubat 2012, s.14.

[14] Gerry Souter, Kahlo, çev: Şeyda Öztürk, YKY, 2013.

[15] Mayda Saris’in, Jak İhmalyan: Sürgünde Bir Ressam, Birzamanlar Yay., 2013.

[16] Mehmet Ercan, Aforizmalar III, http://www.insanokur.org/?p=39016

[17] Asuman Kafaoğlu-Büke, “Yaralar Kapanır Ama Ya İzler”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:603, 5 Ekim 2012, s.22-23.

[18] Yaşar Kemal’in 1971’de Abdi İpekçi’ye verdiği röportajdan.

[19] Yaşar Kemal, Fethi Naci’nin 1993 tarihli röportajından.

[20] Yaşar Kemal, Türkiye’nin Üstündeki Kara Gökyüzü, 1995.

[21] Yaşar Kemal, Fethi Naci’nin 1993 tarihli röportajından.

[22] Orhan Miroğlu, Kuşatmadan İnfaza, Everest Yay., 2012.

[23] Aziz Nesin, Sanat Yazıları, Nesin Yayınevi, 2011, s.148.

[24] Turgay Fişekçi, “Edebiyatçı Aziz Nesin”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2011, s.14.

[25] Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 3, Kırmızı Kedi Yay., 2013.

[26] Turgay Fişekçi, “110 Yaşındaki Nâzım Hikmet Bize Ne Söyler?”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2012, s.14.

[27] A. Hicri İzgören, “Bir Şair Bir Mekân Bir Katliam”, Gündem, 5 Haziran 2013, s.15.

[28] Refik Durbaş, “Şiirimizin Kadir Abisi”, Birgün, 1 Mart 2012, s.2.

[29] Gülsüm Cengiz, “Bendeki Can Yücel Resimleri”, Evrensel, 17 Ağustos 2013, s.2.